Kısa bir tanışmadan sonra, çıktım kapıya eşeğimi bağladım. Tekrar içeri girdim içeri ve bilge dedeye yöneldim. Sadece kulaklarımı değil kalbimi de ona açtım. Beni bekliyordu ya… Merak ettim, kendimde cesaret buldum ve sordum;
-Dedeciğim beni tanır mısınız? Beni bekliyor gibiydiniz, geleceğimi nereden anladınız? Siz kimsiniz?
Bilge dedem beni yıllardır tanıyor gibi muhabbet ile bana baktı. Kendimden biraz hayâ ettim. Çünkü bu şekilde ilk defa bu yaştaki bir amcayla yakın oturmuştum. İlkokulu bitirdikten sonra artık ev işlerinde anneme yardım ediyordum. Annem ve ablalarım evimizin önündeki bize ait tarlada sebze ve meyve yetiştirerek, öylece idaremizi sağlıyorlardı. Ben de onlara yardım ediyor ve boş vakitlerimi ormana gelerek odun toplayıp pazarda satıyordum. Sabahları erken kalkar bir çorba içtikten sonra evin karşısından sahile iner, yaratım üzerinde tefekkür ederdim. Birkaç saat öylece tefekkür ettikten sonra eve gelir, annemin yaptığı iş taksimine göre payıma düşen işlerimi yapar ve ormanın yolunu tutardım. Benim günlük planlarım bu şekildeyken, bilge dede hayatıma girmişti aniden. Artık denizin sahilinde suya bakarak üzerinde yaptığım tefekkürlerimi bilge dededen dinleyecektim.
Bilge dede rahmet dolu bakışıyla bana baktı. Adeta her göz bakışı beni baştan aşağıya yıkayarak paklıyordu. Kalbime bir tatmin indi ve üzerimdeki tüm stres ve sıkıntılar kayboldu. Ve söze başladı…
-Evladım; senin baban ile ben dosttuk. Babanla bir gün burada sohbet ederken, eşinin hamile olduğunu söyledi. Bana dedi ki, çocuğumuzun erkek olduğunu rüyamda gördüm. Rüyada adını Ali koydum. Ama doğmadan öldüğümü gördüm. Bu rüyam çok gerçek gibiydi. Ve aniden uyandım. Hanımıma rüyamı anlattım ki, hanımım da aynı rüyayı görmüştü. O da Ali isminde bir çocuklarının olacağını ama babasının doğmadan önce öleceğini gördüğünü söyledi. Ağladı ve bana sarıldı. Hanım dedim, ben de sen de faniyiz. Sadece bizim dünyada varlığımıza sebep olan bir yaratıcımız var. İşte o baki ve ölümsüzdür. Eğer bu çocuk doğmadan ben ölürsem, adını Ali koy. Ey bu çocuğu babasız dünyaya gönderen kuvvet sahibi yaratıcı; Ali’mi sana emanet ediyorum de.
İşte senin baban bana bu rüyayı anlattığından iki ay gibi bir zaman geçtikten, ölüm şerbetini içti. Vefat anında yanındaydım, bana dedi ki doğacak olan oğlumu sana emanet ediyorum. O anda sağa baktı dudaklarından bir sözler dökülüyordu. Kulağımı dudağına yapıştırdım ve dinledim, diyordu ki; ey çocuğumu dünyaya babasız gönderecek olan yaratıcı, eşimi ve çocuğumu sana emanet ediyorum. Ben inandım ki, sensin bana hayat bağışlayan, sensin şimdi benden hayatımı alan. O anda baktım ki, baban tebessüm etti ve uzaklara dalarak gözlerini hayata yumdu.
İşte Ali evladım; babanla burada çok sohbetlerimiz oldu. Sen babandan bana yadigâr kaldın. Gözüm hep yoldaydı ve bana geleceğini hissediyordum. Çünkü tüm insanlık birbirlerine gözle görülmeyecek bir bağ ile bağlıdır. En çok kimi sevip düşünürsen, onun kalbine dokunur ve onu kendine çekersin. Benim de dünyadaki en büyük dostum babandı ve babanın yadigârı olacak emanet idi. Ben burada öğretmenin ile sohbet yaparken, aniden burnuma babanın kokusu geldi. Çünkü her insanın bir kokusu vardır. Her insan kokusuyla tanınır. Kişi en çok sevdiğini ciddi bir hisle hayal edince, onun kokusu burnunda tüter. İşte en yakın dostumun kokusu gelince, onun yadigârı geldi dedim. Dışarı çıkınca, yanılmadığımı gördüm.
Bilge dede bunları söyleyince, hayretim gittikçe arttı. Gerçekten hikmet dolu bir insandı. Sanki babama kavuşmuşum gibi sevinçle doldum. Gözlerim yaş doldu ve kalktım tek hamleyle bilge dedeye tüm ruhumla sarıldım. Gözyaşlarım sel oldu, sesim boğazımda düğümlendi. Ağladım, ağladım, ağladım…
Bilge dede hasretle beni kucaklayıp kokladı ve tıpkı babasının kokusu dedi. Şükür etti kendisiyle buluşturan yaratana. Başımı okşadı. Yüzümü avucuna koydu.
-Ey evladım, babanla kaldığımız yerden artık seninle devam edeceğiz dedi.
Tüm bu olup bitenleri öğretmenim ve ney çalan çoban izliyordu. Baktım onlara ki, ikisi de ağlıyordu. Bu ne muhteşem bir buluşmaydı. Bu muhteşem bir sedaydı. Bu ne muhteşem bir deryaydı. Bu ne muhteşem bir an idi…
Burada bulunurken kalbimin derin yaralarına merhem aramaya koyuldum. Babamın sadık dostu ile buluşmuştum. Başımı kaldırıp bilge dedenin gözlerine baktım. Birde ne göreyim, dede beni baştan aşağı süzüyordu, o tatlı bakışıyla. Sordum, dedeciğim hayatım boyunca aklımı karıştıran bazı konular var. Bunları size arz edebilir miyim? Bu soruların cevabını bulamadım ve kafamı hep kurcalar durur. Bilge dede dedi ki;
-Evladım kafana takılan her soruyu bana sorabilirsin.
Dedeciğim ben sürekli düşünen ve planlar yapıp, olasılıkları hesaplayan biriyim. Düpedüz yaşamayı sevmem. Ben oldum olası, her bir konunun nedenini, niçinini sorgular ve buradan hareketle yeni şeyler keşfederim. Çünkü dünya hayatına bir defa geldim ve bu hayatı dolu dolu ve olduğu gibi yaşamayı istiyorum. Onun için de fırsat buldukça ormanın dibindeki sahile iner, hayalimde sorular üretir ve cevaplarını aramaya gayret ederim. Çözemediklerimi sizlere sorma fırsatı verdiğin için saygıyla ellerinden öperim.
Bilge dede bana baktı; “evladım sen de tıpkı baban gibisin” dedi. Bu sözleri ile babamı daha da merak ettim. Çünkü annem, babamdan bana hiç bahsetmemişti. Babamın bahsi açılınca gözleri dolar, ağzından tek kelime çıkmazdı. Hüzünlenir, hüznü gözlerinden okunurdu.
Dedim ki; dedeciğim ben bu yüzyılda dünyaya geldim. Şu anki nüfus sayısı milyarların üzerinde… Bugüne kadar yapılan tahmini hesaplara göre dünyada yaşayıp göç etmiş yüz milyardan fazla insan gelmiş ve gitmiş. Ben bugünkü milyarlarca insanın yaşadığı bu dünyada anne, baba, kardeş, akraba, okul arkadaşları, komşular, anlık karşıma çıkıp tanıştıklarım, sevdiğim kişiler, huylarını sevmediğim kişiler olmak üzere en fazla bin kişiyi ya tanırım ya tanımam. Tanıdıklarım ve onların bizi tanıdıkları toplam bin kişiyi aşmaz.
Günümüz dünyasında her gün yaklaşık seksen bin kişi doğuyor ve kırk bin kişi ölüyor. Ben dünyanın ilk yaratılış zamanında olan insanlar, peygamber efendilerimizin zamanındaki insanlarla ve onlarla aramızdaki gelmiş geçmiş yıllardaki insanlarla tanışamadım, göremedim, bilmiyorum; onlarda beni bilmiyor.
Yine şu ana bile bakacak olursak, ben içinde bulunduğum bu ülkede yaşıyorum. A şehrinde yaşadığım için, B – C – D – E şehirlerindeki insanlarla tanışamıyorum ve bir bağ kuramıyorum. Bunu da geçtim, içinde oturduğum ülke dışına bakarsak yüzlerce ülke var ve o ülkelerin vatandaşları, yani insanlar var. Bu insanlarla coğrafya farklılığı, onlardan önce veya sonra doğma ve dil sorunlarından dolayı tanışamama durumunu yaşıyoruz. Ben bu yüzyılda öldükten sonrada ailemden sonra gelecek nesilleri ve diğer ülke içi ve ülke dışı dünyadaki yaratılanları tanıyamayacağım.
Şimdi sorum şu; öldükten sonra kişiler kaç kişi ile birlikte olacak, bunun bir sınırı olacak mı? Ve ben bütün kâinatta yaratılanları görüp bilmek istersem bu mümkün olacak mı?
Böylece bilge dedeye ilk sorumu teferruatlı bir şekilde hayalimde canlandırdığım tarzda sordum. Bilge dede bir bana baktı, bir çobana baktı, bir de tam karşımda oturan canım öğretmenime baktı. Ben öğretmenimi çok severdim. Hiçbir zaman beni azarlamaz her zaman el üzerinde tutardı. Beş yıllık eğitimim boyunca hiçbir zaman bana kızmadı. Hiçbir ödevi yapmam için bana dayatmadı. Sınıfta hiçbir arkadaşımı azarlamadı. Hepimiz onu canımızdan çok severdik.
Bilge dede dedi ki, bu sorunu çoban cevaplasın. Çünkü bu sorunu anlaman için en iyi o cevaplar. Bunun üzerine çoban bizleri dışarıya koyunlarının yanına davet etti. Size bu soruyu orada cevaplayacağım dedi. Öğretmenime baktım ne tepki verecek diye, çünkü bilge dedeyle çoktan tanışmış ve ben yeni tanışmıştım. Onun için de dedenin ahlakını ve kurallarını benden daha iyi bilirdi. Çoban kalkıp dışarı çıktı. Öğretmenim de kalkıp çobanın arkasından çıktı. Ben de öğretmenimi takip ettim. Ama dönüp oturmaya devam eden bilge dedeye de bakmayı ihmal etmiyordum.
Üçümüz dışarı çıkınca koyunlar çobanı görür görmez tümü gelip etrafında toplandılar. Öğretmenim ve ben ise çoban ve koyunlarını öylece seyrettik. Bilge dede içeriden seslendi. Çoban ve öğretmenim edep içinde huzuruna çıktılar. Ben de arkalarından garip garip içeri girdim. Huzurda diz üzeri oturdum ve kulaklarımı dört açıp dedeye kulak kesildim. Çıkaracak dersi dinlemeye koyuldum.
Dedi ki; evladım üçünüz dışarı çıktınız ama koyunlar sadece çobanın etrafını sardılar. Çünkü onu tanıyorlardı ve sen ile öğretmenini tanımıyorlardı. İşte cennette böyle olacak. Herkes sadece dünyada ünsiyet elde ettikleriyle buluşacak. Onun için de olabildiğince tanış olduklarını çoğalt ki, cennete buluştukların çoğalsın. Ölmüşlerine çok çok dua etki ruhun onlarla tanış olsun. En şerefli olarak yaratılan ve yaratıcının kendisini çok sevdiği son elçisine her zaman dua et ve ona zihnen selam yolla ki, kıyamet günü ve cennette onunla buluşup görüşesin. Zira insan en çok kimi düşünüyorsa, ruhu onunla ünsiyet elde eder. Onun görmese dahi durum aynıdır.
Dedemin bu görsel örneği beni tatmin etmişti. Zira gerçekten kişinin sevdiği ile beraber olduğunu, en şerefli olan insan dile getirmişti. Dedeme teşekkür ettim ve anladım ki daha birçok merhalede beraber olacağız. Hikmet dede ile vedalaştım ve ormandan biraz odun toplayıp eşeğime yükleyip evimin yolunu tuttum. Eve gelince annem önüme bir heyecanla geldi. Oğlum nereden geliyorsun, senden babanın kokusu geliyor dedi.
O anda âdeta şok olmuştum. Anneme dedim ki; ormanda bir dede ile tanıştım. Adı Hikmet dede, babamın dostuymuş. Onunla tanışıp sohbet ettim. O da bana dedi ki; senden babanın kokusu geliyor. Demek ki gerçekten koku böyle bir şeydir ki; Hz. Yusuf aleyhisselamın kokusu uzaklardan babasına ulaşıyordu. İlk günkü buluşmada dersimi almış ve artık ikinci defa buluşmak için hazırlanmaya koyuldum.