BEŞİNCİ BULUŞMA

Geçen haftadan sonra düşünce dünyamda değişti. Artık yaratıcının isimlerini düşünmeye başlamıştım. İsimleri ile acaba yaratıcının hangi özelliklerine işaret ediliyordu? Acaba o özellikler ile bizim irtibatımız neydi? Daha delice düşünerek, yaratıcı bizim neremiz deydi? Böyle düşüncelerle kalbim kavrulurken yeniden bilge dedeye gitmek için hazırlık yaptım. Annem bahçeden topladığı biraz sebze ile yeni pişirdiği birkaç etmeği hazırlayıp bana verdi. Bilge dedeye ikram ederisn dedi. Ben de aldım ve eşeğimin yüküne ekledim. Artık hafta üç gün gidecektim. Onun için de artık vaktim bol olacaktı. Annem ve ablalarımla vedalaşıp yola koyuldum. Kendi kendime mırıldanıp şu mısraları söyleyerek ilerledim;

Ben kendi varlığımı bilmez yalnız düşünür idim

Hikmet dedeyi tanımaz kendi halime yanar idim

Babamdan hiç haber almaz hasretini çeker idim

Annemin ve ablalarımın dünyalarını bilmez idim

Ney sesi beni çekti mağaraya dedenin yanına

Bu çoban ile tanışıklığı öğrendim indim anıma

Artık indim öğretmenimin düşünce dünyasına

Eşeğimin sadakati beni ulaştırdığı bayramıma

Haydi, ey yollar açılın ben geliyorum benden bana

Bendeki bulup sendekiyle birleştirerek yana yana

Öylece dağı taşı aşayım kalmayayım bu yabanda

Bilge dedem nasıl teşekkür edeyim sana dünyamda

Koyunlar gibi uysalın dizinde teslimim ey dedem

Her sözünü sahiplenecem söz kurtulayım çileden

Senin elini yüzüme sürünce kalbimi çektin dereden

Artık yalnız değilim yetimliğim bitti yük indi sırtımdan

Böyle mısralarla mırıldanıp yürürken bilge dedenin kaldığı mağaraya da yaklaşmıştım. Zaten kasaba yakındı. Aynı zamanda etraftaki civar köylere de orta mesafede bir yerdeydi. Mağaranın etrafında asırlık çınarlar vardı. Yanında birkaç tane de meyve ağacı vardı. Ortamı tam ders yapma ve tefekkürde bulunma ortamıydı. Zaten burada yıllarca hep piri fanilere ev sahipliği yapan bir yermiş. Bende tüm bunları yeni öğrendim. Mağaranın önündeki çınarlar gözükmeye başladı. Baktım ki, mağaranın önünde bilge dede ile iki kişi oturmuş sohbet yapıyorlardı. Biraz daha hızlı adımlarla onlara doğru ilerlerken, orada oturan kişilerden birinin kalkıp bana doğru geldiğini gördüm.

Ben muhabbet dolu bakışlarla beklemeye başladım. Yanıma ulaşınca şöyle dedi;

-Çınarları görüyorsun güzel dostum dedi.

-Evet.

-İşte insanlar bu çınarlar gibidir.

Böyle deyince, bilge dedenin yanındaki çınar ağaçları dikkatimi çekmişti. Devam etti;

-Çok yaşlı olanların Gövdeleri kabuksuz olur. Diğerlerinin ise ara ara kabukları vardır. Ve Beyaza yakın bir gövdeleri ile gözleri kamaştırır. İşte Allah’ın sadık dostları da çınara benzerler. Kabuklarını döke döke nefsindeki tüm kirleri temizlemiş ve Allah’a DOST olmuşlardır. Hani ULU ÇINAR DERLER ya. Oysa diğer ağaçların gövdeleri çoğunlukla koyu renkli ve kalın kabukludur. Evet, ağaçlar hep insana benzer. Kimi yemyeşil meyveli, kimi sadece gölgelik, kimi kurumaya yüz tutmuş, kimide kuruduğu halde hâlâ yerinde yerinde durur tüm ihtişamı ile kimi rüzgârla deli gibi sallanırken, kimi hafif kımıldar, kimi de o rüzgârda bile olduğu gibi durur. Tıpkı Gönlü Sürekli Allah diyen, arada hatırlayan ve unutanlar gibi. Bizlerde nefsimizi temizledikçe nefsimizin üzerindeki kabuk gibi oluşmuş kirlerden aranıp daha aydınlık bir renge bürünebiliriz. ÇINAR ağacı gibi olabilme yolunda ilerlemektir tüm gayretimiz. Gayretimizde daim olalım ve asla tembellik ve acizlik göstermeden ilim yolunda çalışmaya gayret edelim.

Önüme gelen bilge dedenin dostunun böyle demesi, kalbimi ötelere doğru daldırdı. Elini tutup müsafaha eyledim. Beraber yürümeye devam ettik. Sordum;

-Sen ne kadar zamandır buraya gelirsin. Beni tanır mısın? Neden kalkıp önüme geldin? Dedi ki;

-Ali’ciğim; seni yeni gördüm. Ama senin baban ile çok sohbetlerimiz olmuştu. Bilge dede rahmetli İhsan dostumun oğlu eşeğiyle bize doğru eliyor dediğinde, babana olan muhabbetimden dolayı seni karşılamak istedim. Sen de tıpkı babanın kokusu vardır. Umarım sen de İhsan amca gibi marifetle buluşu ve insanlığa rehber olursun.

Hikmet dedeye doğru yaklaşmıştık artık. Hikmet dedenin sesi kulağımda çınlamaya başladı. Şöyle diyordu;

-Evlatlarım; bizler fani kullarız. Edindiğimiz yolu sonrakilere aktarmak zorundayız. Bu yaratıcının üzerimizdeki hakkıdır.  Yaratıcımızı iyi tanımalıyız. Yoksa kendi konumumuzu bilmez ve vaktimizi boşa harcamış oluruz. Bu olayı anlatmak için bir örnek vereyim; insan güneşe tutulan bir aynaya benzer. Ayna kirli olunca, güneş ışığını tam olarak yansıtmaz. Ayna tertemiz parladıkça, güneş ışığı da daha net olarak oradan yansıyacaktır. İnsanın nefsi kirlendikçe, Allah’ın nuru ondan az görünmeye başlar. İnsanın nefsi temizlendikçe, Allah’ın nuru ondan daha net görünmeye başlar. Aslında yaratıcı Allah ismini ismini insan için bir ayna yapmış ve kendisini o isimle insana malum yapmıştır. Ayna ile insan oradan kendini seyir eder. Íşte aynada kendini seyre dalan Allah’in boyasiyla boyanmistir. Ya aynayi aradan kaldiran? İşte o zaman üflenen ruh özgürlüğüne kavuşmuş olur. Tüm yaptığımız dersler, bu hakikatı idrak ettirmek içindir.

Bilge dede bu sözleri dudağından akıttığında, yaratıcıyı daha çok tanıma istek ve azmi içimde yükseldi. Daha çok nasıl tanıyabilirim? Bunun üzerinde düşünceye dalmıştım ki bilge dede devam etti,

-Evlatlarım; vereceğim örnekleri iyi düşünün. Siz düşündükçe, kendisini bize Allah olarak tanıtan yaratıcı, sizi daha çok sevecek ve kendisine daha çok yakın edecektir. Bunu iyi düsünün. Kişi nefsini tam pak edince, işte o kişiler yaratıcı olan ve olması mutlaka gerekli olan yaratılmamış olan yegâne zat’in kendisine seçtigi kullar arasına girmeye başlar. İşte bu noktada ses ve rengin gecerli olmadigi alan başlar. Ömrümüz yettiğince burada bunların dersleri işleyeceğiz.

Ben kendimizi derse verip odaklanmaya ve daha çok bilge dededen istifade etmeye hazırlamak istiyorum. İçimdeki bu isteyiş gitgide ağırlık kazanıyor. Kendi nefsimle mücadele ederken, bilge dede devam etti;

-Allah için yap denildiğinde; buradaki esas amaç, nefsini temizleki Allah’ın nuruna ayine olasındır. Nefsini temizleki Allah’ın Nuru senden daha güzel zuhur etsin. Tıpkı temiz bir pencereden içeri giren Güneş ışığı gibi. Berrak ve şeffaf… Nefsimizi temizlediğimiz kadar yüceliriz. İşte nefis temizliği yani evin temizliği, Allah’ı evine konuk etmek içindir. Yaptığımız herşeyi Allah için yapmış oluyoruz Yani nefis temizliği için, yani nefsimizi temizleyip Allahı gönül evimize konuk etmek için yapıyoruz. Çünkü kirli evlere misafir gelmez. Ameller temiz bir nefis meydana getirir. Temiz bir camdan yansıyan güneş ışığı gibi artık Allah’ın rızası ile bize yansıyan ve bizde tecelli eden Allah’ın nuru seyre başlar. İşte bu seyir için ne yapmalıyız?

Hikmet dedenin bu suali ile bir anda düşünce bende belirdi. Düşüncelerimi daha tam zihnimde sıralamadan, baktım ki düşünmeye niyetlendiği cümleleri bilge dede bana bakıp tebessüm ederek söylemeye başladı;

 -Bak evladım, insan en çok neyi düşünüyorsa, o şekilde bir bilinç dünyasına kavuşur. Öylece düşünmeye ve öylece fikirler üretmeye başlar. Çünkü insanın göğüs bölgesinde 5 merkez vardır ki, bu mekezlerin en önemlisi olan kalbine göre diğer dört merkezden kişiye gerekli olan haleti ruhiye oluşur.  Eğer sen kalbini üzerine yaratımının oluştuğu esaslara göre düzenlersen, diğer dört merkez ona göre bir akım oluşmaya başlar. Oluşum esasları ise, yaratıcının yaratım kevveleridir. Her bir kuvve ayrı bir isimle isimlendirilmiştir. İşte onun isimleri olarak bize bildirilen içerikler günlük olarak zihinde belli sürelerle zihinde tutulduğunda, otomatik olarak nefis temizlenir.

Burada kafama takılan bir konu oldu. Bu katılan konu da nefisin ne olduğuydu. Tam nefis hakkında düşünürken bilge dede devam etti,

-Burada bilmemiz gereken temel bir kavram, nefis kelimesidir. Nefis kelimesi nedir ve kaynağı nereye dayanır hususunu idrak etmemizdir. Nefis, kişiliktir. Ferdin sahip olduğu var oluş bilincidir. Öylece kendi varlığının var olduğuna şehadet eder. Yaratıcı dahi kendisini en mücmel ismiyle zikrederek, “Allah şahittir ki ondan başka ilah yoktur” diyerek kendi nefsinin şehadetini bize arz eder. İşte bizde aynı böyle bir şehadete sahibiz. Yani yaratıcı yarattığı her bir varlığa asli de olmazsa, gene de bir nefis vermiştir. İşte ben dediğimizde, bu yaratılan nefsimize dokunuruz. Öyleve kendi adımıza seyrimizi dillendiririz.

Burada gene de kafama takıldı. asli olmazsa da derken nasıl bir nefsimiz var olmuştu? Tam düşündüm ki bilde dede kafamdaki soru işaretlerini bitirmek istediğini sezdim. Bana bakıp tebessüm etti.

-Çok acelisin oğlum. Hem de çok meraklısın. Senin baban da aynen böyleydi. Onun için de her konuyu en ince detayına kadar merak ederdi ve öğrenip yaşamını ona göre düzenlerdi.

Az utandım ama karaım kesindi. Her şeyi öğrenecektim. Ve bilge dede devam etti;

-Evladım; senin olayı tam anlaman için yaratıcıyı çok iyi tanımalısın. Tüm yollar onu tanımak üzerine kuruludur. Sen onu tanımadıkça, öğrendiğim tüm ilimler, sonu kesilen bir çıkmaz yol olur. Onun için de öncellikle sana yaratıcıyı anlatayım. Daha sonra da senin onunla olan münasebeti anlatayım. Öyle arandaki bağlantıyı çözüp kendini tanış olursun. Sen kendini ve kendindekini tanımadan hiçbir marifete eremezsin.

Acaba neydi bendeki? Gerçektan bilge dedeye hayretle bakmaya devam ediyordum ki şöyle devam etti;

-Evladım; sana işin ebaşından başlıyayım. Öncellikle yaratıcını tanımak için senden yola çıkıp onunla seni karşılaştıracağım. Sonra sen imanını ön plana çıkarıp teslim olacaksın. Sonrada kalbinde güller açılacak. Çünkü bedenin en tepe noktası, hiçlik anında zuhur eder. O anda akıl yerde ve basiret üsttedir. O da secde halidir. Secdede diyorsun ki; maddi aklın yeri olan başım yerdedir. Ama göğsümde olan kalbim yüksektedir. İşte sen kalbini yüceltip maddi aklı kalbın peşine takarsan, kazanırsın. İşte bunun için de öncellikle kalbinin sahibini tanıyacaksın.

Kalbimin sahibi kimdi acaba? Nasıl tanıyacaktım diye tam düşündüm ki, bilge dede devam etti;

-Evladım; bizler kalbin hallerini akılla asla çözemeyiz. Ancak bir ele yapışıp kalbin ilmini elde ederiz. Bunun başka çaresi de yoktur. O el ilk günden bugüne hep var olmuştur. Bu elin üzerinde ise yaratıcının kudret eli vardır. Ama bir tutmadan aklınla olaya hâkim olayım dersen, aklın doneleri zamana zaman iflas edecek ve sen yarı yolda mahsur kalacaksın. İşte evladım, yaratıcının bize uzattığı el, elçilerinin elidir. Onlar kesintisiz olarak Allahtan kalbine marifeti indirirler. Sen eğer diren bir bağlılıkla yönünü o elçiye çevirirsen, göreceksin ki kalbin, kendisine gelmesi için kendisine lazım olan somut ele de kavuşacaktır.

Bu somut ve soyut eller üzerinde düşünmeye başladım ki, bilge dede devam etti;

-Evladım; biz hiçbir zaman yaratıcının ne olduğunu bilemeyeceğiz. Ama yaratıcıdan bize uzanan evsaflara ulaşabiliyoruz. Çünkü biz, o evsaflarla vasıflanarak yaşam buluyoruz. Yaratıcı sahip olduğu evsaflarla bizim idraklerimizi nakşeder. Öylece bizi bu cihanda remzeder. Bu nakşın en başı ise, yaratılmış olmamız ve yaratılmamızın idamesi için gerekli olan erzağa ulaşmamızdır. Bu, yaratıcının en büyük vasfı olarak önümüze çıkmaktadır. Biz bir işe koyulurken, öncellikle yaratıcımızın bu sıfatlarını düşünerek başlamalıyız. Sonra yaratıcının varlıkları devam ettirerek nesilden nesile bir hayat sürdürür. Ayrıca bizden zuhur eden kuvvetin devamını sağlayarak varlığımız idame eder. İşte yaratıcı tanımaya buradan başlamalıyız. Hangi işe başlarsak başlayalım, bunu idrak ederek başlayalım. Bu idrak, insanlığa sunulan son ilahi vahiyde (Bismillahirrahmanirrahim) şeklinde formüle edilmiştir.

Besmele diye bildiğim bu cümlenin sırrı neydi ki bilge dede bununla başladı? Düşünüyordum ki, bilge dede devam etti;

– Evladım; bu cümlenin sırı senin sırrındır. Bu cümlenin sırrı benim sırrımdır. Bu cümlenin sırrı yaratılmışın sırrıdır. Bu cümlenin sırrı yaratılmamışın sırrıdır. Bil ki bu cümlenin sırrı şudur; kişi ilmi ilahide varlığı planlanıp içinde olduğu konumda zuhur ederken, kendisine lazım olan tüm rızkı alarak meydana gelmesidir. Bu rızık bazen içine ekilerek yaratılır. Bazen de içinde bulunduğu ortamdan alınarak kendisine sunulur. Kişi her hal ve şartta edindiği rızkını yaratıcısından bilerek ve öylece kesin ikna olarak yaşama bakmasıyla besmeleyi söylemiş olur.

Rızık derken kafama şu takıldı. Sadece yeyip içtiklerimiz mi rızkımız. Yoksa bu rızık konusu başka bir şey mi? Neden melekler bir şey yemeden yaşarlar. Neden melekler dışındaki varlıklarda yeme ve içme vardır? Derken Hikmet dede devam etti;

-Evladım, elbette rızık sadece yeyip içtiklerin değildir. Senin sahip olduğun her şey rızık içerisine girer. İşte bunların tümünü yaratıcı, Rahman ismiyle bize tanıttığı sıfatıyla meydana getirir. Sonra Rahim sıfatıyla da meydana getirdiğini yarattıklarından zuhur ettirir. Onun için de besmelede “(BismillahirRAHMANirRAHİM)” diyerek yaratıcının bu iki isminin bizdeki tecellilerini dillendiririz. Evladım yan odada Özcan kardeşin duruyor. Orada derslerini çalışıp tefekkürler ediyor. Aşamadığı gedikler var. Yanına git ve onunla tanış, onunla edindiklerinden onunla paylaş.

Kalktım ve yan odaya geçtim. Orada yaşı takriben kırk civarında bir abi oturyordu. Elinde birkaç kitap ve üzerinde çalışıyordu. Selam verip yanına oturdum. Onun yanında daha küçüktüm. Utandım şimdi onunla bu konuları konuşmaya. Ama kendisinin de çok bilgili olduğunu sezdim. Ama neden geçemediği gedikleri vardı. Hocam neden beni ona yol göstermeye yolladı. Oysaki ben daha yolun başındaydım. Tek yaşadığım bir hakikat vardı. O da terk ettikçe derecenin yükseleceğini. Ama bunu dahi daha tam çözememiştim. Onun için de müzakere ve mütalaalarıma devam ediyordum. Ve sordum;

-Senin en çok istediğin husus nedir?

Özcan gözünü derinlere daldırdı ve ded ki;

-Duydum ki mana diye bir şey varmış… Ona ulaşmak için yaklaşık üç yıl oldu burada Hikmet dedenin yanına geliyorum. Günlerce burada çalışıp sonra eve giderim. Ama aşamadığım bir gedik vardır ki, bu mana ilmi her ne ise hala ulaşamadığım…

Söze başladım, çekinmeden ve arlanmadan, peki mana ilmi varmış da ne olmuş sanki gidip dükkândan saman altında bekletilip üzerine pekmez serilen kar dondurmasını alır gibi mi alacağız. Öylece serinleşip ağzımıza da tad vermiş olacağız. Yok, ağabeyciğim, mana ilmini o şekilde alamayız. Özcan söze başladı;

-O zaman nasıl edineceğiz? Nasıl olacak ki bu ilim bizim olacak?

Özcan beye bakıp içimden oluşan uyanma hissnin tümünü ona akıtmak istedim. Ama bu mümkün değildi. Sadece ipuçlarını paylaşabilirdim. Ona dedim ki, anacak herşeyden geçerek mana ilmine vasıl olursun. Sen yıllarca almak için uğraşırsan, alamazsın. Ama ne zaman ki vermek için yöneldin, işte o zaman sana bu kapı açılacak. Bazıları bu vermeyi dünyevi bir şey zanneder. Buradaki vermek dünyevi vermenin ötesinde, gönlündeki tüm sahiplenmeyi bir kenara bırakmandır. Artık nefsim zevklensin diye düşünmeyecek, nefsim daha çok nasıl olacak ki diğer nbefisler için bir umut olacak şekline bürünecek. Öylece ne israf edecek, ne de cimri olacak. Orta yolu tutup hak ile amel edecek. Nefis istek ve arzularını ayakları altına almış olacak. Özcan söze karıştı;

-O zaman tüm mana ilmine sahip olsak ve edinsek ne anlamı olur ki…? Zaten artık onun istedğin doğrultusunda kullanmayacak ve öylesine mat olup gideceksin.,

Burada yanlış anlamasını kırmak istedim. Demek ki daha ikinci bakış sahasına ulaşamamış ve manayı da madde gibi algılamaktadır diye hızlıca düşündüm. Adeta kalbim ile beynim birleşmiş, dilim ile gönlüm birleşmiş ve konuşuyordum. İlk defa bu şekilde birine tavsiyelerde bulunuyordum. Ve dedim ki;

-Yoksa sen edinerek nefsini tatmin edeceğini mi düşünüyordun? Bilki bu diyar, nefsi istek ve arzulardan vazgeçenlerin diyarıdır. Sana tükürene kılıcını indirme diyarıdır. Boşuna kendini kandırma ve nefsimin isteklerine ve sahip olduklarıma bir değer daha katayım deme. Eğer böyle düşünüyorsan, mana ilmiyle işin yoktur Özcan kardeşim.

Bu sözler ile adeta Özcan abi şok olmuş haldeydi. Zira ben ona göre çok daha küçüktüm. Belki onun kadar da okumamıştım. Sadece ilkokulu bitirmiştim. Çok yakın zamanda da bilge dede ile tanışmıştım. Bu bahsettiğim ilmi de şimdi hissetmiş ve Özcan abiye sunmuştum.  Bunu nasıl söyledim? Diye düşünürken baktım ki, öğretmenim ve ve bilge dede birlikte yanımıza geldiler. Bilge dede bana bakıp gülümsedi; benim içinde olduğum ruh halimi adeta bu tebessümü ile bilir bir durumdaydı. Edeple ayağa kalktım. Ellerimi üst üste koyup hurmet içinde başımı aşağı eğdim. Özcan beni süzüyordu. Bu halim sanki ona garip gelmişti. Bilge dede söze başladı;

-Evladım sen Özcan abine gerekli talimatı verdin. Artık Özcan abinin de uyanma vaktinin geldiğini düşünüyorum. Çünkü nefsini tümüyle yenerek sana kulak vererek bir çocuktan ilmi edinecek kadar tevazuya büründü. Artık sen de eve git. Annenin ihtiyacı sana olabilir.

Bunun üzerine kalkıp vedalaştım ve eve gitmek üzere oradan ayrıldım.

Yorum yapın