ALTINCI BULUŞMA

Bilge dededen ayrılıp eve gelmiştim. Annemin pencerede beni bekler olduğnu gördüm. Gidip anneme sarılıp elinin ayasını öptüm. Kokladım ve yanına oturdum. Bana derin dir bakışla bakıyordu. Bakışı beni alıp götürdü yeniden geldiğim yere. O bakarken derinden derine ben de onun yüzüne tebessümle bakıyordum. Öylece içim bir hoş oluyordu. Baktım ki Esra ablam elinde bir tepsi yemekle huzura geldi. Ve söze başladı;

-Ali’m benim. Hoş geldin hep yolunu gözledim. Birçok konuyu tefekkür ederken senin de yanımda benimle birlikte tefekkürüme ortak olmanı istedim. Kalbime bir his geldi ki senin eve doğru yola çıkışın. Hemen yemekleri hazırladım ve anne ile birlikte yolunu gözlemliyorduk.

Annemin ve ablamın bana olan muhabbetleri beni çok sevindirmişti. Sofraya oturdum ki Hikmet dedenin Besmele ile yemeğe başla sözü aklıma geldi. Çünkü Besmele ile başlanıldığında, Allah’ın kuvvet ve kudretinin nuraniyeti bende zuhur edecek ve ben yediğim yemeğin içinde gizli olan Allah nurunu şifa dâhilinde kendi bünyeme akacaktım. Besmeledeki Allah’ın iki büyük sıfatını zihnimde canladıracak, öylece bu yemeğin içinden husule gelen rızkın sahibinin Allah olduğunu ve bu rızkın oluşturacağı açılımların Allah’tan bana ulaşacağı hakikatini nefsime kayd edecektim. Onun için de Besmele ile başlamak istedim.

Ama Besmeleyi sesli olarak söylemek isteği içimde zuhur etti. Çünkü benimle birlikte sofreya oturanların, belki de anlık bir dargınlıkla Besmele zihinlerine gelmeyecek ve Besmelesiz yemeğe başlayacaklardı. Bu da benim için bir noksanlık olacak ve içinde bulunduğum anda, Allah’ın zikrini çevreme duyurmamış olacaktım. Onun için de sesli bir şekilde Besmeleyi söyledim. Annemin bu sesli söylememle birlikte yüzünde aniden güller açılmıştı. Bana dedi ki;

-Evladım, baban da Hikmet dedeyle ilk tanışıp eve geldiğinde, sofraya sesli bir şekilde Besmele okuyarak başlamıştı. Senin de şimdi böyle yapman beni o kadar mutlu etti ki, cümleler bu mutluluğumu dillendirmeye yetmeyecektir.

Beraber yemeği yedikten sonra Esra ablamla birlikte, evimizimiz aşağısından uzanıp geçen sahile inmiş ve koyu sohbete dalmıştık. Bige dededen öğrendiklerimi ablama aktarıyor ve birlikte üzerinde tefekkür ediyorduk. Ablam yanında not defterini hep taşırdı. Birçok yeri de not aldığını gördüm. Ablama evin dünyevi işlerini sordum. Yardıma ihtiyaç olup olmadığını sordum. Çünkü diğer ablalarım ve annemden daha çok Esra ablamla hemhaldım. Ablam da her şeyin yolunda olduğunu söuyleyerek, benim deslere devam etmem gerektiğini bana söyledi. Ablam la birlikte eve geldik. Ve sohbetlerimiz iki gün devam etti. Üçüncü gün bilge dedeye gitme arzusu içimde uyandı. Anneme gidip bilge dedeye gitmek için izin istedim. Elini öpüp vedalaştım. Eşeğimi alarak Hikmet dedeye doğru yola çıktım. Bugünkü dersi merak ederek eşeğin sırtında yola devam ediyordum. Bir baktım ki; benim öğretmenim de bir ata binmiş ve sağ taraftan bana doğru ilerliyor. Eşeğimden indim ve öğretmenimi saygyla selamladım. Öğretmenim söze başladı;

-Allah’ın selamı senin üzerine olsun. Senin yola çıktığını kalbimin içinde hissettim. Sana eşlik etmek için hızlıca hazırlanıp çıktım. Bugünkü dersi bilge dede izin verirse, inşallah beraber işleriz.

Bir anda soğuk su dökülmüştü üzerimden. Öğretmenim nasıl olmuştu da yola çıktığımı fark etmişti. Ben bu şekilde düşünürken öğretmenim söze başladı;

Âli’ciğim; Nefesinde afakî dalışla insanların sana ona yönlendirdikleri fikir oklarını tesbit edip çözebilirsin. Bu da beden de fiziksel olan on iki DNA sarmalının sahip olduğu aura ile oluşmaktadır. İnsan bedeni sürekli bir aura üretir bu aura ise DNA sarmalı tarafından bedensel olarak kişinin fiziksel yapısının dalgalanmasıyla gerçekleşmektedir. İnsan bedeni sürekli bir titreşim halindedir. İşte bu aura yapı, her varlıkta da mevcuttur. Eğer ki hayvanların dahi genetik yapısının titrşeimlerine ulaşılsa, onların dahi aurasına ulaşılacak ve kişi onların da dilini anlamaya başlayacaktır. Artık hiç arada kelime olmadan onlarla iletişime geçilecek ve duygu düşünceler aktarılacaktır.

Aynı zamanda yüksek titreşimli auraya sahip olan kişiler, diğer insanlar üzerinde hüküm sahibi olabiliyorlar. Ama bunun için de karşıdaki insanın aurasını pasif edp karşıdaki kişiye teslim etmesiyle gerçekleşir. Yoksa aktiflik hali sürdükçe, kimse kimseye herhangi bir söz geçiremez. Zira her bir insan rububiyetten hisse almış ve kendisine göre özgür bir BENLİĞE sahip olmuştur.

İnsanların genlerini kontrol edip iman şuurunu oluşturan duygu ve genleri kontrol altına alıp üzerinde hüküm sürmek, ancak teslimiyetle gerçekleşir. Bunun farkına varan bazı zalim kişiler, insanları bedensel zevler içinde hapsedip bilinci kitlemek suretiyle teslim alarak üzerinde bilinç dışı deformasyon yapmak isterler. Öylece fıtrat kalıbını bozarak, içsel yapıyı biçimsizleştirerek insani şuurdan uzaklaştırmak isterler.

Onun için de insanın hayvanlar gibi yiyip, içip, uyuyup bedensel zevkeleri zirvlendirerek çiftleştirip ve hatta hatta hayvandan öte aynı cins insanları birbirine yaklaştırarak insanların şuurları ilen oynanan durumlar oluşturmak isterler.

Eğer şuursal bir uyanıklığa geçip oynanan oyunlara gelmezsek, teslim olmayan bir şuur sahi olarak kalırız. Dolayısıyla da DNA sarmalımızın aurası temiz kalacak ve fıtrat üzerine yayılımını devam ettirecektir.

Bizim ruhumuz ile bedenimiz bu dünya hayatında adeta bütünleşik bir vaziyet aldığı için, ruhun tüm prosedürleri yani belirtilen fıtri amaca ulaşmak için tutulan yol, yöntem ve metotlarla bedende karşılık bularak kişilik bakışını yapılandırır. Onun için de şu olayı bilmemiz gerekir.

Her insanda şeytaniyet melekesi vardır ama bu meleke uyur vaziyettedir. Ne zaman ki afakî bir kuvve bunu uyandırır, işte o zaman devreye girer. Bu melekeden ötürü de şeytan melektir diyenler vardır. Hayır, şeytan melek değildir. Burada MELEKEden bahsediyoruz… Örneğin; Meleke edin deniliyor ya, huy edin, karakter edin gibi… İşte tüm melekeler gibi şeytaniyet melekesi de insan da vardır. Bu meleke uyandığında, kişi fıtrat dışı amellere yönelmeye başlar.

İşte bu hususlar ruh dünyamızda olurken, beden dünyamız da DNA sarmalı ile ruhla bütünleşik olarak dışarıya bir aura yayını yapar. Bu yayınla beraber, kişilik algılamaları açık olanların auraları hemen devre girer ve bu bilgi sarmalını çözüp anlamlandırır. İşte aurayı hissediş ise, ancak BENCİL”liği terk edişle gerçekleşecektir. Başka yolu yolu yoktur. BENCİL”liği terk edişin en kolay yolu ise tam teslimiyetten geçer.

Ben yıllar önce bilge dede ile tanışınca, ilk teslimiyeti bana öğretti. Öylece teslim bir ruh haline büründüm. Bu bürünüşle beraber ruhum uyanmaya başladı. Çünkü içsel sezgiler, bedesel ezgiler uyanık olunca, uyurlar. Sen ne de yaparsan uyandıramazsın. Ama bedeni uyutursan, bu defa onlar uyanır.

Bu uyutmayı dışsal kimyasal maddelerle yapıp ruhun uyanık halinin hazzına erip o şekil yalancı mutlulular da yapanlar vardır. Öylece bedenleri ağır kiyasallar alıp az devre dışı kalır. Öylece ruh az bir özgürlük hisseder. Bu hissedişle beraber kendinden geçip kendisini en mutlu kişi zanneder. Bedene verilen kimyasallaer etkisini yitirince, eskisinden daha da aşağı düşer, gene de madde alarak bedenini hızlıca çökertir. Ruhunu yalancı uyanışlarla uyararak sahte birkaç dakikalık hevesle bedenini ölüme gönderir.

Oysaki hakka tam bir teslimiyetle, zaten ruhu uyanıp zevklerin a’lasını tattıracaktı. İşte Ali’ciğim, bilge dedemiz bize teslim olmanın büyüklüğünü telkin ederek bizi geliştirdi.  Öylece içsel hissedişimiz yükseldi. Sen de ilerde mutlak yaratıcının vereceği kuvvetle bu hissedişe kavuşacaksın.

Öğretmenimin bu sohbetini dinlerken kendimden geçmiş vaziyetle eşeğimin başını tutmuş ve bilge dedeye doğru yürüyorduk. Artık bilge dedenin mekânına yaklaşmıştık. Dağları seyrederek üzerlerindeki ormanları keşfederek ara sıra geri dönüp eşeğimi izleyerek ilermeye çalışıyordum. Öğretmenimin seslenişi ile irkildim. Başımı kaldırdım ki çoban mağaranın yan tarafında hayvanlarını otlatıyordu. Öğretmenim çobana seslenmişti. Çoban kalkıp bie doğru geldi. Bizlerle müsfaha ettikten sonra söze başladı;

-Az önce bilge dedenin yanındayken sizlerden bahsetti. İki misafirimiz yolda geliyor dedi. Gelince onları karşıla ve onlara deki, içlerindeki hazineye ulaştıklarında, artık terhis olacaklardır. Bu hazine kendi mallarıdır. Onlara rableri teslim etmiştir. Ama bundan gaflet sürdüğü sürece, kişinin iniş çıkışları devam edecektir. Onun sebebi de nefsin hep faal olmasındandır. Kişi hangi mertebeye erişirse erişsin, nefsi faaldir ve iş başındadır. Hiçbir zaman kendisinin artık tümüyle kurtulduğunu sanmasın. Bu ancak ölüm anında kesinleşir. Bunu söylerken size uzaktan baktım. Sohbet ederek geliyordunuz. Adeta kulak misafiri oldum. O sohbetinizi ben de bilge dededen duymuştum.

Çobanın bu şekilde bir algılama gücüne sahip oluşu beni meraklandırdı. Nasıl oluşmuştu bu algı açılımı. Bir yolu var mıydı? Ben de ermek istiyorum diye içimden bir gizli haykırış yükseldi. Çoban ile öğretmen birbirlerine bakıp gülümsediler. Hayret ettim. Sanki ikisi beni okuyorlardı. Ve çoban söze başladı.

-Ali kardeşim; elbette sen de erersin. Hatta hatta daha daha ötelere erersin. Ama önce yapacağın bir iş var. O da sahiplik düşünceni bir kenara bırakmandır. Sen sahiplik düşünceni tümüyle terk ettiğin an, gerçek sahibin mutlak yaratıcı olduğunu anladığın an, işte o zaman sana gaybın kapısı açılacaktır. Yoksa ben de ermek istiyorum diyerek benlik davasında günlerinde geçecektir.

Çobanın benlik davası demesi beni düşündürdü. Benlik olmadan nasıl olacak yaşam? İnsanlar birbiriyle kim olarak konuşacak? Derken çoban tekrar öğretmene bakıp gülümsedi… Dedi ki…

-Tabiî ki benlik olmalı. Benlik olmadan zaten insani kişilik olmaz. Burada bir husus vardır. Bu husus gözden kaçırılıyor. O da şu; benlik ile bencillik ayrı ayrı hususlardır. Bencillik, benliğin sahip olduğu aidiyet düşüncesidir. Yani kandisine aidiyeti atfeder ve kendisinin olduğunu hisseder. Tüm istek ve arzularını bu yönde geliştirir. Böyle kişilerin yüzleri ekşi olur. Cimri olurlar. Verseler, verdiklerin başına kakarlar. Minnet edip onlara verenin kendileri olduğunu zan ederler.  Öylece benlikleri kabarır. Kendilerini vaktin sahibi addederler. Aslında yaptıkları, kendilerinin hezeyanından başka bir şey değildir. Çünkü öylece bedensel veya ruhsal kabarık onları örter. Bu örtü ile sınırlı duyularla yaşarlar. Ama benliklerini bencillik kirinden temizleyenler ise, duyuları hassaslaşır. Artık kalbten kalbe giden yola vakıf olurlar. Çünkü artık sahiplik düşüncesi onlarda bitmiş, bir üst perdeye uzanarak bilinçlerini birleştirmişlerdir. Aslında bilinçler üst perdede hep bitişik. Ama bencilliğe bürünen burada perdelenirken, bencillikten soyunan bunun farkına erer.

Çobanın bu sözleriyle öğretmenim söze başladı;

-Ali’m benim, kişiye bencilliği unutturacak en büyük husus, teslimiyet olgusudur. Teslimiyet olgsu ancak görünen bir somut objeye olduğunda, arınma hızlıca başlar, ama teslimiyet olamadan kendi başına amele yeltenirse kişi, nefsin sahip olduğu oyun çeşitlerinden biri ile karşı kaelıp iflas edebilir. Onun için de ilk insandan günümüze hep Allah’ın sevgili kulları insanlar arasında yer almışlardır. İlk insan, ilp peygamber olmuş ve son peygamber de insanlıkla buluşarak teslimiyeti yaşattı. Hatta hatta peygamberimizin düşmana karşı yaptığı tüm savaşlar da, bahane idi. Esas mesele, onun arkadaşlarına teslimiyeti aşılamaktı. Teslimiyetin az delindiği uhud savaşında, az daha tüm iman ehli yerle yeksan olacaktı ki, İslam’ın son sunumu olamsı hasebiyle, Allah kudret eliyle müdahale ederek, İslam’ı muhafaza eyledi.

Öğretmenim böyle konuşunca, içime doğdu ki, peki bizim teslimiyetimiz nasıl olacak? Yeni bir peygamber gelmeyeceği için, ben kime güvenip de teslim olacaktım? Öğretmenim bu düşünceme adeta vakıf oldu gibi yüzü bir anda düştü. Ve dedi ki;

Evladım; İslam düşmanı olan şeytanlar, içimizden bu teslimiyeti almak için çabaladılar. Oysaki peygamberimiz dedi ki; “âlimler nebilerin varisleridir”. Bak işte, peygamberimizin varisleri hala içiizdedirler. Ama ne yazık ki teslimiyeti yok etmek isteyen şeytanlar, âlimlerin kıyafetine girip, halkın âlimlere olan teslimiyetini yok etmek için ellerinden geleni yaptılar ve yapıyorlar. Ben de senin şu anki duruşun gibi bir duruşa sahiptim ki, bilge dede ile tanışma nasip oldu. Bilge dededen teslimiyetin ipuçlarını aldım. Nefsimi ona teslim ettim ki, baktım önümde son peygamberin nefesi. Onun nefesi ise, beni hakkın nefesine ulaştırdı.

Öğretmenimin bu sözleri ile teslim olacağım şahsı artık tanımıştım. Ama bu teslimiyet nasıl olacaktı? Bunu düşünürken öğretmenim söze başladı;

-Evladım; teslimiyet derken senin düşüncende şöyle bir kanı oluşmasın; gidip önünde el pence duracam ve şuur dünyamı yok edecem. Aksine senin bilinç dünyan teslimiyet şuuru ile kendine gelecektir. Zira kişi kendisiyle savaşırken, bir kitap olan mana ekseni devre dışı kalır. Rahman artık onun gönlünden konuşmaz olur. Çünkü bilincin nefsin istekleriyle çalkalanırken rahmani nefes duyulmaz olur. İşte sen mutlak teslimiyet şuurunu kendinde oturturduğunda, artık nefis susar ve Rahman’ın sende oluşturduğu nakış dillenmeye geçecektir. Yoksa sen nefsinin ilhamlarıyla oyalanacak ve öylece ömür tamamlayacaksın.

Çoban ve öğretmenimle bilge dedeye doğru yürürken, mağaranın hemen kapısında iki kişinin oturduğunu fark ettim. Bu iki kişiyi ilk defa görüyordum. Nerden gelmişlerdi? Ne işleri vardı burada? Diye düşünürken ikisi ayağa kalktı ve bizleri yanlarına buyur etti. Ben dayanamayarak sordum, bilge dede burada mı? Çünkü kaç gün oldu onunla buluşmanın heyecanını taşıyordum ve ona gelmiştim. İki kişiden az zayıf olanı dedi ki;

-Hoş geldiniz, bilge dede burada sizi bekler. Ama bilge dedenin yanına girerken kalbin hazır olsun. Kalbin hazır olursa, istifade edersin. Yoksa istifade hâsıl olmayacaktır.

Bu söyleme karşın, kalbimin nasıl hazır olacağını düşünmeye başladım. Zira zaten günlercedir onunla buluşmayı bekliyordum. Kalbim zaten hazırdı diye düşünürken, zayıf olan kişi sözüne devam etti;

-Ali’ciğim zaten sen gönül aşkıyla dolarak buraya geldin. Ama sen bu aşkla içeri girersen, bir derece hâsıl edemezsin. Çünkü sen böylece ondan bekler olacaksın. Oysaki sana da ona da veren öyle bir vardır ki, onun eşi dengi benzeri yoktur. İşte tüm şuurunu o bir olana çevir ve öylece içeri gir.

Bu sözler karşısında biraz şok olmuştum. Zaten yaratıcıya mutlak olarak teslimdim. Ama gönlüme bir de bilge adamın aşkı girmişti. Nasıl olacaktı ve bu aşkla onun yanına girsem, gerekli olan irfana kavuşamayacaktım. Bu aşkı bir kenara bırakarak yanına girmeliydim ki fayda elde edeyim, diye düşünürden mağaranın kapısında bekleyen ikinci şahıs söze başladı;

-Güzel kardeşim; bakıyorum ki senin daha bu yolda yeni olduğunu gördüm. Bu yolun öyle incelikleri vardır ki, bir tane eksik kalırsa, gerekli olan ilhama kavuşamazsın. Öncellikle, karşındakine karşı mutlak olarak nötre düşmelisin. Ondan akacak tüm akıntının ondan değil onun yaratanından olduğunu bilmelisin. Çünkü kimden ne çıkarsa çıksın, o çıkan şey çıkaranın değil çıkartanındır. Onun için de sen bilge dedenin yanına aşkla girdiğinde, çıkartana değil, çıkarana dönmüş olursun. Onun için de aradaki perde olan bilge dededen akanı bilge dedeye mal etme. Onun sahibine mal et. Öylece “maliki yevmiddin” yani Allah’ın malik olduğunu hatırla.

Ayrıca Hikmet dedenin yanına girip oturunca, sana söylediği her sözü harfiyen uygula. Sakın ha nefisnin ve hevanın dümenlerine kulak verme. Bil ki ona karşı sadakatını kalbinde devam ettirdiğin müddetçe, onun nefesi hep seninle olacaktır. Ama nefsine yenik düşüp tek bir sözünü garipseyip uygulamazsan, kalbi irtibatın kesilecektir.

Bu sözler karşısında, kalbim berraklaştı. Perdeleri tek tek kaldırmaya başladım. Kalbini hikmet dedeye çevirip teslimiyeti hissetmeye başladım. Öylece Allah nuruna bakışımı çevirdim. Çünkü bir objenin olması, benin konsatremin yükselmesine vesile oluyordu. Ama kalbimin gözünü teslimiyete açacak şekilde kıvamda tutmaya gayret ediyordum. Anlamıştım ki, zaten tek bir merci vardır ki, o da Allah.

Bu şekilde içten içe düşünürken, bilge dede bizleri içeri buyur etti. Edeple yanına girip elini öptüm. Saygıyla ellerimi üst üste koyup hareketsiz bir vaziyette dona kaldım. Bana bakıp oturmamı istedi. Ben de yavaşça yere yığılıp dizlerimin üzerinde oturup zihnimi tüm meşgalelerden hali ettim. Gönül dünyamı bu seçil kula çevirip ondan akacak nisbete odaklandım. Bilge dede dedi ki;

-Evladım, hoş geldin. Çalışma odasında seni bekliyordu kardeşlerin, seni özlemişlerdi. Seninle hasbihal edip kendine doğru yolculuğunda senden sana giden yolda yol arkadaşı olmak üzere sabırsızlanıyorlardı. Senin gelmenle buraya rahmanın melekleri kanatlarıyla gölge indirdiler. Öylece rahmet muştusunu duyar olduk. Bak evladım, senin gönlünün aşkının haykırışı, buraya kadar uzanıyordu. Bu aşkın kokusu ta ciğerinde hissediliyordu.

Bil ki, senin veya bizim tek bir gayesi var. O da bizi yaratan yaratıcının yaratım yolunda var olan fıtratla uyumlu bir irade sergilememiz. Bunun için de teslim olarak gönlümüzü birbirimize açacağız. Bu açık etmekle Allah’a kadar uzanacak serüvenimiz. Bilelim ki yegâne merci Allah. Haydi, kalk odaya geç arkadaşlarında müzakereni yap.

Hikmet dedenin yanından bir anlık kalkmak istemedim. Hiçbir şey anlatmazsa da, yanında oturup onun kalbinin yaydığı hilmiyeti hissetmek istedim. Ama kapıda iken bizi karşılayan kişilerin sözü aklıma geldi. Kalktım ve müzakere odasına geçtim. İçerde dört gencin oturduğunu ve önlerinde bir kitabın olduğunu gördüm. Okuyup aralarında müzakere ediyorlardı. Üzerinde düşüncelerini bildiriyorlardı. Onlardan biri de her söylenen düşünceyi kısaca ve hızlıca not ediyordu. Selam verip yanlarına oturdum. Müzakerelerine iştirak ettim. Şöyle diyordu en sağda oturan genç;

-İşte biz insanlar çok aceleci davranıyoruz. Hemen maksadımıza erişmek istiyoruz. Oysaki öncellile iç dünyamızın hazır olması gerekir. Yoksa istediğimiz kadar acele edelim bir yere ulaşamayız. Ayrıca biz insanlar yapı olarak birbirimizin hata ve açıklarını arayarak yaşamak üzere bir bakışla programlanmışız. Bu programlanışı biz kendimize yapmışız. Bunu yaratıcı bize zoraki bir iradeyle işlememiştir.

Aklıma gelmeye başladı sözler. Bu arkadaş ne demek istiyordu amacı neydi? Nasıl oluyordu ki biz insanlar kendi kendimize programlar yapıyorduk? İçsel sezimi anladı gibi bana baktı. Ve şöyle devam etti;

-Evet, biz insanlar kendimizi her hal ve şartta programlarız. Bu programlama daha annemizin rahmine düşer düşmez başlar. İlk etapta annemiz başlar bizi program etmeye. Bizi düşünüp hayallerini tasavvur eetiikçe, bizim içsel yazılımımız şekillenmeye başlar. Babamız bizi düşündükçe, babnamızın içsel dünyası bize kopyalanmaya başlar. Bu kopyalanma sadece Anne babamızdan değil, annemizin etrafımındaki her bir ki kişidebn ve her bir nesneden bize işlenmeye devam eder. İşte sahip olduğumuz özelliklerin tümü evet tümü öylece üzerime işlenir. Bu işleyiz büyüdümüzde de devam eder. O yüzden kimle arkadaşlık edersek, ona benzemeye çalışırız. Bu benzeyiş ihtiyarı değil gayrı ihtiyarıdır. Öylece ruh dünyamız şekillenir. Bu şekillenme ise dışsal dünyamıza yansır.

Arkadaş böyle deyince, acaba nasıl yapmalıyız ki üzerimize inan bu programlardan kurtuluruz diye düşünmeye başladım. Bir de baktım ki arkadaş şöyle devam etti;

-İşte kardeşim Ali, senin buraya gelmen, bizlerin buraya gelmemiz, bu arınmamızı hızlandırmamız içindir. Burada ilim öğreniyoruz ama bu öğrenme tekniği farklı jenerasyonla gerçekleşiyor. O da şu; biz burada sadece ilim öğrenmiyoruz, ayrıca bilge dedenin mekanında onun yaydığı temiz ruhi teveccühleri üzerimize çekerek, bilinç dünyamızı programlayan önceki kişilerin yazgılarını siliyoruz.

Hayretim arttı. Bu nasıl oluyordu? Arkadaş devam etti…

-İşte kardeşim bu durum sana garip gelebilir. Ama unutmaki güçlü olan güçsüz olanı avlar. Allah bu şekilde bir prensip var etmiştir. İşte bilge dedenin güçlü olan ruhi atmosferi, daha önceden ruhumuza işlenen karalamaları tek tek siliyor. En zor silinenler ise, bize aşırı olarak yönelmiş olan karalamalardır. İşte bunun için de, bizler yaratıcımızın bizi yarattığı özellikleri hatırımızda tutarak, hem yaratıcımızın özel olarak donattığı peygamberini düşünüp ona, bizdeki kirli oluşumun temizlenmenin türüne göre dualar ederek, ondan da kendimize bir akış gerçekleştiririz. Öylece silinmeyen ve asi olan karanlıkları sileriz.

Bunun üzerine şöyle düşünmeye başladım; acaba salâvat olarak okunulan dualar, bu temizlikiçin mi? Diye düşünürken dersi müzakere eden arkadaş devam etti…

-Âli’ciğim, okuduğımuz her salâvat, ya kirlenen içsel yapımızı onarmak içindir. Ya da ruh dünyamızı okunulan yönde geliştirmek içindir. Öyelece ruh dünyamızı paklar ve kendimizi aklamış oluruz. Ayrıca anne babaya yapılan iyiliğin içinde de bu oluş vardır. Çünkü biz anne babaya iyilik ettikçe, onlardan bize yüklenen tüm olumsuzluklar bizi terk edecek. Öylece biz daha bir temiz ruh haline ulaşmış oluruz. Çünkü bir yeri kirleten kişi, orayı nasıl kirlettiğini ancan gene de kendibilir ve en iyi temizliğini de gene de kendi yapar. İşte bilinçaltı buradab devreye girer temizliği hızlıca gerçekleştirir.

Dersi müzakere eden diyen arkadaş söze başlayıp şöyle dedi;

-İşte tüm bu arınmalar teslimeyete dayanır. Kişi teslimetini yaşadıkça, arınması daha da hızlanır. Bu teslimiyet gidip birilerine kul köle olmak değil, aslında zihni arındırmaktır. Yani nefsin sahip olduğunu kabalığı terk etmektir. İşte esas iş, o ki teslimiyet noktasını yakalaya artık iş tamam olur. Ve kişi kendisini salmayı öğrenmeye başlamıştır. İşte onun için de burada bilge dedeye gelip kalbin öze doğru salınmasını öğrenmekteyiz. Yani burada somut olarak gördüğümüz Hikmet dedeye kalbini bıraksa, işte o zaman işi kolaylaşır. Hikmet dede burada sadece bir objedir. Dikkatimizi toplamak için önümüze konulan bir odaklanma noktasıdır. Hakikatte de ise, tüm teslimiyet yaratanadır.

Bunun olması için en kestirme yol nedir diye düşünürken, dersi müzakere eden üçüncü şahıs şöyle devam etti;

Zaten burada bulunmamızın temel nedeni, en kestirme yolu keşfetmemizdir. İşte o keşif, bilge dede ile odaklanıp onun üzerinden en seçkin kul ile kalbimizi iletişime geçirmemizdir. İşte o zaman Hikmet dede, Allah’a vardıracak nuru Allah’ın indinden indine indirdiği ile bir senkronize hal başlıyacak, öylece hakka vuslat başlıyacaktır. Zaten sırf teslimiyet oluştuğunda, kişi otomatik olarak o teslimiyet hali onu rabbiyle buluşturur. Çünkü zaten bir kalp vardır. Oraya sadece ülvi olana doğru yegâne sevda işler. Siz ulvi duyguya sahip bir kul ilşe yoldaşlık ettiğinizde, işte buradaki yöneliş, o kula değil, o kulun sahip olduğu ülvi sevdayadır. Öylece kişi ister farkında olsun, ister farkında olmasın, otomatik olarak ülvi olan sedaya yüzünü çevirtir. Çünkü kişinin yönelimindeki esas hedef, o et kemik yığını olan insan vücudu olmayıp, o et kemik yığını olan bedenini ülvi sevda uğrunda güzelleştiren kulun sahip olduğu sonsuz nuradır teveccüh. İşte böylece kişide mana ilmine düşkünlük başlar ve burada zahir olmaya başlar.

Böyle anlatırken arkadaş, can kulağıyla dinyor ve tüm anlatımı kendimde seyertmeye çlışıyordum. Ve devam etti;

-Örneğin adam peygambere teslim oluyor. Aslında ise Allah’a oluyor. Çünkü resule itaat Allah’a itaattır. İşte tüm teslimiyetlerin dayanağı direk Allah’a uzanır. Bu bilinçten oluşan teslimiyetler için geçerlidir. Örneğin kişi dese ki ben bir taşa dahi teslim olsam sonuç aynı mı, yoksa hak üzere bi insana teslim olmak mıdır olay? İşte burada esas olan konu şu; elbette her varlık Allah’a teslimdir ve mutlak yönelişi hakka uzanır. Ama kişi eğer mutlak safiyete ulaşmamışsa, ona doğru yapılan teslimiyet, onun nefsinin karışımı bir oluşum söz konusu olduğu için, senin onunla senkronize halin, onun nefsi emaresi ile bütünleşeceği için, seni yetiştiren bütünleşik frekansın, nimete erenlerin akıntısı olmaz. O yüzden de dostumuzu iyi seçmeliyiz. Ama insan ve cinlerin dışında kalan tüm mahlûkat, zaten kendi rububiyet alanında hak ile senkronize hal yaşadığı için, senin bir taşa veya ota veya hayvana olan teslimiyetin, onun ruh haliyle bir bütünleşilklik olur ki, bu da seni mutlak hilafete ulaştıramayacaktır.  Ama Allah’a itaat edin resule itaat edin diyerek ayetler bizi mutlak doğruluk üzere olana itaat ile yaratıcıya uzanan bir senkronize halden dem vurur.

İşte burada teslimiyetin şekli üzerinde zihmin sorgulamaya başladı ki, arkadaş müzakeresine devam etti;

-Burada esas olan durum teslim olan değil, önemli teslim olunandır. Onun için de bazen mürşid bir taş olur. Bazen de bir insan olur. Ama esas gaye hakla buluşmaktır. Bu da kişinin özünden gelecek bir vecihle kendi öz nuruyla buluşmasıdır. Sen istediğin teslimiyet anını yakaladığında, zaten zamanın kutbul irşadı devreye girer ve kalbini irşad eder. Her şey zahiri gözle anlaşılmaz. İşte iki kab ilim aldım olayı da burada zuhuru cari olur. Bir yönüyle kab, sırrı ihtiva eder. Söylese kelle gider. İşte burada zahiri gözle baktığında, Hikmet dede göz önündedir. Ama ikinci kabla baktığında, aslında muhabbeti Allah’a uzanır. İşte olay çok keskin hem çok incedir. Dikkat etmezsen sırattan düşersin. Bu ilme soyunmak için dikkat şarttır. İşte dikkatin oluşması için de, Hikmet dedenin verdiği zikirlere de devam etmek lazımdır.

Böylece sohbet devam ederken, Bilge dede ders odasına girdi. Ve şöyle dedi;

-Canlarım benim; ben her birinizi peygamberin emaneti olarak görüyorum. Allah’ın rahmet eseri olarak bilirim. İlahi lutfün sedası olarak bilirim. Sizler de birbirinizle aynısınız. Sizler birbirinize aynasınız. Sizler birbirinize Allah emanetisiniz. Birbirinize rahmet meşalesisiniz. Birbirinize nazargahı ilahisiniz. Birbirinize yadigârı ahmedsiniz.

Hikmet dedeyi bir anda içeride görürken, gönlüm çoştu. Kalkıp sıkıca sarılmak istedi gönlüm. Tam bu istekle birlikte, bilge dede bana bakıp gülümsedi ve şöyle devam etti;

Ali’ciğim; sen de baban gibi muhabbet dolusun, onunla geçirdiğim günlerde ona bir söz vermiştim. O sözü yerine getirmek için de Allah’tan mühlet istedim. Nihayet sen yetişip emaneti almak için yetiştin. Gönlüm her an seni sarmış ki sen burada benimle aynı sofraya oturmuşsun. Senin ruhsal gelişimini tamamlaman için, burada derslere devam etmeli ve zikirlerinde devam etmelisin.

Bilmelisin ki; tevekkülsüzlük teslimiyet eksikliği, sevgiyi dışarıdan beklemek en büyük eksikliktir. Sen teslimiyetini ve tevekkülünü sağlam tut ve derslerine devam et. Kesinlikle bil ki; zikir muhakkak bir öneme sahiptir.  Duygu, düşünce ve bilişsel alanda neler yapmak lazım ise, nuri muhammediden çekip sana getirecektir. Senin annen seni bekler. Sen annene git ve selamımı söyle ve ona de ki, dede emanetine ulaşmıştır.

Ben de hüzün dolu bir bakışla ayağa kalktım. Hikmet dedenin ellerini öpüp oradan ayrıldım.

Yorum yapın