İnsanın öz hakikati olan ve varlığını Allah nurundan alan Nuri Muhammedi, insanda oluşturacağı dokumanın tesiriyle, sonsuz sınırsız renksiz suretsiz ölümsüzdür. Çünkü dayanağı nurun ala nur olan Allah’ın vechinden yansıyan mutlak nurdan alır.
Bizler dahi kendi içimize kapandığımızda, sınırlı bir bakışa sahip olacağımız ve ama içimin derununa baktığımızda ise, hudutsuzlukta seyre dalacağımız hakikatinin her birimizden süduruna şahit olmaktayız.
Bilimin kendisine enerji dediği alan ise, Nuri Muhammedinin içeriğinin kendilerince oluşan keşif yönünden başka değildir. Hakikatte ise bu nur, kendi içinde sınırlı olup mutlak nur ile senkronizesi kadar sonsuzluğa uzanır.
İşte bu Nuri Muhammedi bilinmezlikte idi. İnsan; öz varlığından yansıyan nurla yarattığı ve bu görünen hayal dünyasından münezzeh olan tek gerçektir. Çünkü insana ruhundan üflemiş ve kendisine sonsuzluk nazariyesi sağlanılmıştır.
Onun için de tek gerçek sensin ve sen tek başına on sekiz bin âlemi bin âlem içine dürmüşsün. Sakın gitme başka mahlûkun kapısında el açma. Sadece Allaha boyun eğ ve yolunda yürü.
Öncellikle şunu bilelim ki bu yazdığımız yazılar bizi anlatıyor, Allah’ı değil. Yanlış anlama olmasın. Bizim zatımız onun öz nurundandır ama varlığımız, yoğunluğu düşürülmüş bir tutam nurdan var edildi. Bu bir tutam ise, her birinizde aynıdır. Ama rububiyet alanımıza göre her birimizdeki ortaya çıkış ayrı ayrıdır.
Bazı kişiler bu nura Allah derler ki, en büyük yanılgı burada başlar. Allah mutlak zatı olarak subhandır. Allah zati itibari ile her şeyden yani tüm isim ve suretlerden münezzehtir. İşte burada bir konuyu da açıklığa kavuşturmak isterim. O da şu ki; var olarak bildiklerimiz, tüm kesret âlemi asla ve asla Allah değildir.
Biz, ben deriz. Ama ben derken işaret ettiğimiz bir merkez nokta vardır. Ama bu noktanın ne olduğunu çözemeyiz. Ne olduğunu da bilemeyiz. Ben deriz ama neye ben dediğimiz asla bilemeyiz. Elimizi göğsümüze koyup ben deriz. Ama biliyoruz ki bu göğüs ben değildir. Çünkü ruhun kendisini terk etmesiyle toprağa verilecek.
Ruhumuz o anda şimdiki gibi gözümüzde somutlaşacak ve gene de ben dediğimizde, elimizi gene de göğsümüze koyacağız. Ama biliyoruz ki o beden de kıyametle beraber değişime uğrayacak, yeni bir bedenle mahşere yürüyeceğiz. İşte o bedende de gene de elimizi göğsümüze götürüp ben diyeceğiz
Sonra son gün de bitecek, hesap sona erecek, günsüzlük başlayacaktır. Sonra bize başka beden verilerek yaşam başlayacak. Bu konuda bir hadisi şerifte peygamber efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur:
“Kâfir kişi cehennemde şüphesiz öyle iri yapılı olur ki dişi uhud (dağın) dan muhakkak daha büyük olur ve vücûdunun dişinden büyüklüğü (de) herhangi birinizin vücûdunun dişinden büyüklüğü gibidir.” (ibn mace, zühd 38)
Hadise bakın, cehennemde bambaşka bir beden verilecek ve bu beden son beden olacaktır. Amelimize göre cennet ya da cehennem kalıcı ve baki.
Gene de orada kişi elini göğsüne koyacak ve ben diyecektir. Şu anki et kemik beden ilk bedendir. Kabirde ikinci beden, kıyamette üçüncü beden, cehennem veya cennete ise dördüncü beden verilecektir.
Bilelim ki; gören mutlak zattır. Bize görünenler ise bizde dokunan esma nakışları. Yani sende dokunarak kayıtlı olan bilgilerin açığa çıkışıdır tüm seyrin temeli. İşte sen, sende kayıtlı olan ilmi nakışları her an şekillendirip içinde olduğun öz dünyanı oluşturmaktasın…
Bilmek bilinmek muradıyla öz nurundan aldığı bir tutam nurdan yarattığı her şeyi, meydana getirip öz varlığıyla seyir eder ve nurundan halk ettiği insanı da seyrine ortak eder. Buna seyr-ün meallah denilmiştir.
Allah tüm âlemleri Muhammedi Nurdan halk etmiştir. İnsanı ise bu nurun tomurcuğunu eylemiştir. Onun için de ne varsa âlemde hepsini âdemde zuhur eyledi. Ama insan bunun farkında olmayarak yaşadığı için, kendisinde gömülü olan birçok noktayı kaçırmaktadır.
İnsan aslen bu kadar güçlü olduğu halde yeryüzünde ilk aklı yetmeye başladığı an, et kemik bedenin zevkleriyle bütünleşmeye başlar. Özünde gömülü olan hazineden mahrum olarak yaşam sürer. Ele güne dilenci olarak vaktini doldurur.
Oysaki ilk günden itibaren temiz bir eğitimle bunu idrak etmeliydi. Ama ne yazık gaflete daldığı için zayıfladı ve yeryüzünde taşıdığı kutsal emaneti unuttu.
Gaflet o kadar güçlü bir uyku olarak daha küçüklüğünden itibaren kişi sardığı için, uyanmak yıllar yıllar alır ve hatta hiç uyanmayanlar daha çok olarak dünyayı terk ederler.
Özellikle vehim kuvvesini tetikleyen şeytani kuvve ile kişi bedensel tatminlere dalışı esas gördüğünden, artık kendisine eklenen dokumayı kullanamıyor.
Bu vehim kuvvesi ile şeytani kuvve insani marifetten çok çok zayıf olduğu halde, insan iradesine sahip çıkamayıp bunlara esir olur. İnsan anlık kalbi dokunuşlarla kendisini dünya kaydına alıp sonsuz senkronizesini unutur. Şeytani meleke çok zayıftır ama insan vehmine yenik düştüğünde, iradesi zayıflar. Öylece üzerinde operasyon başlar.
Dünya diye gördüğümüz şu âlemler, bizim bizdeki ilmi dokuma ile oluşturduğumuz bir şekillendirmeden ibarettir. Tek gerçek sensin ve tek başına sonsuz âlemsin senle dokunan ilim ile. Öylece sen, rahmanın nefesine açılan bir pencere olarak işlevdesin. Seyirdesin, seyredersin ve seyir edilirsin ezelden ebede.
Sadece sen varsın, hayalinde kurup kurguladığın dünyanda, zira sen yok olsaydın, senden seyreden olamayacaktı. Dolayısıyla senle bakan da olmayacaktı. Dolayısıyla o nokta olmayacağı için o noktadan tevehhüm eden de olmayacaktı.
Örneğin Ali, Veli, Fatma ve Ayşe isimli dört çocuğu olan bir aileyi düşünelim…
O kardeşlerden biri olmasaydı üç kardeş olurdu. Diyelim ki Veli hiç doğmasaydı, Veli’nin düşünce planından seyir de olmayacaktı. Dolayısıyla o pencereden bakan bir nazariye de olmayacaktı. Yani onun penceresinden seyreden bir sayir de olmayacaktı.
İşte sen varsın ki senden bakan bir sayir var. Yoksa o sayir noktasıyla oluşan bakıştan meydana gelen bir dünya bakışı da oluşmayacaktı. Bilsen de bilmesen de, senden zuhur eden gerçek bu. Senin pencerenden! Mutlak var olan sensin ve seyir senden zuhur etmektedir.
Şunu da burada sakın unutma, sen olmasan da Allah mutlak var olan ve mülk onun. Ama senden bakan olmayacağı için, senin nazariyen olmayacaktı. Biz kendimizden olaya baktığımız için böyle söylemekteyiz.
Yoksa hâşâ sen Allah’ı ve âlemleri var etmiyorsun. Sen ile bir yaratım ve nazariye noktası oluşuyor. Bu anlattığımız olayı sakın yanlış anlaşılmasın. Kendi kıymetini bil ve yaratılmış olmanın ne kadar büyük bir nimet oluğunu unutma.
Sadece sen varsın ve hayal dünyan, başkaları yok ve hiç olmadı. Çünkü sen var olmuşsun ve başkalarını seyrederek bir dünya oluşturmaktasın. İşte başkaları diye gördüklerin, senden açığa çıkan ilmin görüntüye dönüşmüş halleridir.
Hayalinde yarattığın dünyanda, her role, her isim ve surete, bürünen, kendi kendine görünensin, gayrı yok emin ol. Akıl et, bu olayı fark et öylece rahat et. Dolayısıyla zatınla ve sıfatlarınla tek birsin. Seyrinde tek seyirsin. Ama seyrin mutlak sahibinin de öz malısın.
Allahu la ğayrahu hakikati gereği mutlak vücut sahibi olan Allah ismiyle tanıdığımız vacibul vücut olan Allah’ın yaratım planını seyrederken, kendimizi de o seyirden bir seyir bilip aslen hayal, ama vaslen gerçek olan vücudumuzu bilip öylece yolculuğumuzu yapmalıyız.
Allahu ekber gerçeğince, hakikatimizin dayanağı olan mutlak kudret karşısında, varlığımızın tanımını yaparak kendi sınırlılığımızı haykırarak, bencillikten arınıp mülkü sahibine teslim ederiz.
Bizler hayatımızda olan her bir olgu, tümüyle yapmış olduğumuz istek ve arzuların sonucu olarak hayatımızdadırlar. Bu her bir birey için geçerlidir. Bakalım tüm geçmişimize, şu anda elimizde olan her bir şey, çevremizde olan her bir insan, eşimizden dostumuza, çocuğumuzdan komşumuza her bir kişi, hayatımızın herhangi bir noktasında yapmış olduğumuz hayâlımızın canlanması sonucu karşımızda olduğunu fark edeceğiz.
Çoğu zaman da bunun farkında değiliz. İsteriz bir anda ama sonra da o isteğimizi de unuturuz. Sonra da karşımıza gelince, nerden karşımıza der dururuz. Oysaki biz istemiştik ve karşımıza vakti gelince çıkmıştı. Çünkü insan yaşamın merkezinde ve her istediğiniz Allah yaratarak önüne getiririz. Bu isteğimiz bazen bizzat kendisi iken, bazen de insanlar hakkında yaptığımız yorumların, yaşamımıza çekilmesidir.
Genel olarak da yaşamımızda olan, başka insanlar hakkında yaptığımız düşüncelerin şekillenmesi şeklinde zuhur eder. Ziri kişi, her iddiasını yaşar. Yaşamadan da ölmez. Sadece dedik diye hesabımız bitmez. Ama bu hakikatten yoksun yaşadığımız için, başımıza her olumsuz olay karşısında, direk nefsimiz yaratıcısını suçlamakta, niye bunu başıma getirdin demektedir.
O halde insan bunu fark edene kadar yalan yanlış yaşamış, saçma sapan çıkmazlara düşmüş, doğruyu neden bulamamış, neden gerçeği görememişi, neden kendisine zarar veren insanların yaratılıp yaşamına girdiği gibi hayallerde dolaşır. Çünkü bilmiyordu düşünceleriyle dünyasını meydana getirdiğini…
İşte tüm bu notlardan sonra bilelim ki, bize beden verildikten sonra, bu bedende bir soyut nokta var edildi. O soyut nokta aslında bu bedene göre soyut ve varlığını Allah nurundan alır. Yani zatını Allah nurundan almıştır.
Allah nurunun da Allah’ın zatı gibi kesret âleminde misli dengi benzeri olmadığı için, ben dediğimiz zatımızı asla ve asla ne olduğunu bilmeyeceğiz. Çünkü insan idraki her şeyi zıttıyla bilir. Allahın zatının ve veçhinden yansıyan nurun misli dengi benzeri yok ki, bilincimiz zatımızın varlığını Allah nurundan aldığı aslını görebilsin.
Yani kişi, Allah mülkünün dışına çıkamaz ki, geriye dönüp baksın ve ne olduğunu bilsin. Allahın mutlak nuru ise, tüm kuvveler zaten içinde gömülü olduğu için ve gerekli yerde gerekli olan zuhuru yaptığı için, doğaya tapanlar ortaya çıkmıştır. Çünkü bakıyor ki her şey kendi kendine olup bitmekte ve bunu gördüğünde derki, doğa her şeyi meydana getirir. Oysaki doğa, Allah nurunun bir ışımasından başka bir şey değildi.
İşte zatımız yani ben dediğimiz nokta varlığını Allah nurundan alır. Ama ben dediğimiz var oluş noktanız Allah nurundan olduğu için, insan derin sekre daldığında, nurunun da Allah veçhinden geldiğini temaşa eder.
Buradan da hareketle der ki, aslım Allahın zatı çünkü nurum oradan gelmekte. Ama burada derin bir hata olur ki, Allah nurunun içindeki bir tutam nurdan varlığını almış ve tüm her şeyi sanal bir sahiplik odak noktasıyla oluşmuştur. Varlığı asla Allah zatı olmayıp, kendisi zaten vücut kokusu bile almamıştır. İşte sekirdeyken öyle temaşa eder. Sonra kesrete döner ve tövbe eder.
İşte tövbe dört kısımdır; birincisi kesretteki bizim helal haram çizgisine riayet etmediğimizde yaptığımız tövbedir. İkincisi sekre giren kişinin kendisine verdiği varlık için yaptığı tövbedir. Üçüncüsü ise, sekrden uyanan kişinin sekrde uğradığı meczupluk için kendisi için sarf ettiği mülahazalar için yaptığı tövbedir.
Mutlak ayıklığa kavuşulunca ise, seyirden gözü kaydığı anlık olarak düştüğü haller için yaptığı tövbe eder. İşte bu dört tövbe de tövbedir ki her biri kendi içinde gerçektir ve doğrudur.
Peygamberimizin sav günde yetmiş defa tövbe etmesi, dördüncü kısım tövbeye giriyor ve dört tövbe de peygamberler hariç herkes için oluşur. Ama peygamberlerde sadece dördüncü olanı olur. Diğer üçünü çoktan aşmışlardır. Allah iradesiyle mutlak olarak ismet sıfatına haizdirler.
Hallacı mensur ikici kısımda kaldı. Üçüncü kısma geçseydi, idam edilmezdi. Sekr de idi, varlığa tövbe etti sekr halindeyken kendini hak olarak hissetmesi ve dile getirmesi. Oysaki her hal ve şartta kendisi halk idi. Sadece hak seyr zevk haline erip öylece temaşa edebilirdi.
Enel hak denilen bölüm, bizzat kendi zatı olarak öyle seyir etmişti. Üflenen ruh, veya esmaların dokuması olan rububiyet alanından öte direk yaratımın ilk noktasına indi. Öylece seyir etti ve aşağıya da inemedi.
Yaşam alanımız olan üflenen ruh, benlik noktamızla ayakta kalır. Benliğimizin sahip olduğu rububiyet alanındaki nakşın keskinliğine göre de nefsinin tanımına kavuşur. Bu tanım kadar seyrine erer.
Allah’ın mutlak varlığının kişideki rububiyet alanının seyrine şah damarımızdan yakın olan yer derler. Bilinmesi hayal bile edilemeyen ama bize bizden yakın olarak var olan nokta şah damarımızdan daha yakın diye tarif edilmiştir. İşte onun nurunun bizde oluşturduğu yaratım rububiyet alanımızı oluşturur. Ama Allah her şeyiyle bizlerden münezzehtir.
Tüm yaratım, sadece yoğunluğunu düşürdüğü ve Nuri Muhammedi dediği bir tutam nurundan nuruyla yarattığı yaratım noktası rubûbiyet alanımızın dayandığı temel alandır. İşte zatımız varlığını buradan almaktadır. Bizler onun gücü ve kuvveti ile kaimiz. On sekiz bin âlem bizde dürülü olduğu için de tüm âlemleri seyretme yeteneğimiz mevcuttur.
O bilinmeyen nokta ama tüm yaratımın faal olduğu can noktamız rububiyet alanımız içinde yer alır. Mutlak zat hakkında söylenen ne ayrı ne de gayrı denilen nokta, evet işte o nokta bizim için de geçerlidir. Ama bizim için her ne kadar geçeli olsa da, yaratılan ve sanal benlikle taçlandırılan ben noktamız için geçerli olup, tümü Allah’ın mahlûkudur. Ama ne olduğunu bilemeyiz, Çünkü kendi zatının eşi dengi benzeri olmadığı gibi, zatımızın varlığını kendisinden aldığı nuru için de aynı husus geçerlidir.
Her şeyin bizde mevcut olduğu, bizdeki nurun azaldığı veya çoğaldığı alan olan esmaların bizde yaptığı nakşın seyrinin faal olduğu bilinmezlik noktasının hükmü, melikiyeti elinde tutan ve mutlak var olduğunu bildiğimiz ama ne olduğunu ve içeriğini bilmediğimiz esmaların nakışlarının şiddetinin zuhuru ile tecellisi oluşur.
İşte o yaratım noktasından öyle bir sevgi yani EL Vedud esma tecellisi oluşup fışkırıyor ve yaratımını meydana getirir. Ne şu an ne sonsuzlukta onun nurunun ne olduğunu bilemeyiz. Ama var olduğunu biliriz. Sadece esma özelliklerini tanıtmış ve dokumasını yani mevcudatta nakşını işleyerek bilinir kılmıştır.
Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizle de her şeyi en ince ayrıntısına kadar yaşam olarak örneklemiştir. Verdiği ilim, irade ve kudret ile de gerçekleri öğretip hepimizi özgür kılmıştır. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizi örnek alan kurtuldu. Nefsinin hevasına göre davranan ise kaybetti.