Varlıklar gelir ilahî isimlere ayna olur görünür ve giderler. Varlığımızın aslı Allah nurudur deriz. Bu nurun neden var olduğunu düşünürüz.
Allah’ın içinde mi diye düşünürüz. Yoksa Allah’ın dışında mı diye düşünürüz. Sonra bakarız iç ve dış bize göre. Allah için böyle tanımlar yok.
Sonra tekrar düşünürüz. Biz nasıl var olduk? Hemen akabinde Allah’ın yüzünden parıldayan zati nurunu düşünürüz.
Sonra aha buldum derken, bu defa Allah’ın yüzü derken, Allah’a bir iç ve yüz düşünmeye başlarız.
Sonra anlarız ki Allah için böyle tanımlar yok…
O zaman Allah’ın yüzü nedir diye hayal ederiz. Ama gene de olayı anlamadan kendimize döneriz.
Sonra varlığımızın en azından nurdan olduğunu anımsarız. sonra nurdan var edilen varlığımıza odaklanırız.
Nasıl var olduğunu hayal ederiz.
Sonra bakarız ki varlığımız tümüyle komple bir kütlesel yapı. Bu kütlesel yapının kitlesini araştırmaya başlarız. Araştırırken kendimize dönük bakarız.
Bizim kitlemizin içerini temaşa ederken, içeriğinin duygusal bir varlık olduğunu fark ederiz.
Bu duygusal yapının duygu içeriğini araştırmaya başlarız. Duygularını oluşturan bir gizli kalemin olduğunu anlarız.
Aynı kalemin sadece duygularımızı değil zahir tarafımızı da yazdırdığını fark ederiz.
Sonra kalemin mürekkebinin kaynağına bakarız. Bu mürekkebin tükenmez bir mürekkep olduğunu fark ederiz.
Hem de yazılan yazının mukayyet olduğunu anlarız. Sonra kayıtların silinip yeni kayıtların oluştuğunu görürüz.
Kalem bir taraftan yazarken bir taraftan silinenleri sildiğinin yönünde yeniden yazdığını fark ederiz.
Burada tam kafamız dururken ilahi vahiy imdadımıza ulaşır. Çünkü akıl ilerlerken bir noktada mat olur ve ilerisini görmez olur.
İlahi vahyin temsilcisi olan peygamberin sav dudakların şu sözler dökülür.
Hz. Cabir anlatıyor: “Ey Allah’ın Resulü! Anam-babam sana feda olsun, Allah’ın her şeyden önce ilk yarattığı şeyi bana söyler misiniz?” diye sordum. Şöyle buyurdu:
“Ey Cabir! Her şeyden önce Allah’ın ilk yarattığı şey senin peygamberinin nurudur. O nur, Allah’ın kudretiyle onun dilediği yerlerde dolaşıp duruyordu. O vakit daha hiçbir şey yoktu. Ne Levh ne kalem ne cennet ne ateş / cehennem vardı. Ne melek, ne gök ne yer ne güneş ne ay ne cin ve ne de insan vardı.”
“Allah mahlukları yaratmak istediği vakit, bu nuru dört parçaya ayırdı. Birinci parçasından kalemi, ikinci parçasından Levh’i (Levh-i Mahfuz), üçüncü parçasından Arş’ı yarattı. Dördüncü parçayı ayrıca dört parçaya böldü: Birinci parçadan Hamele-i Arşı (Arşın taşıyıcılarını), ikinci parçadan Kürsi’yi, üçüncü parçadan diğer melekleri yarattı. Dördüncü kısmı tekrar dört parçaya böldü: Birinci parçadan gökleri, ikinci parçadan yerleri, üçüncü parçadan cennet ve cehennemi yarattı. Sonra dördüncü parçayı yine dörde böldü: Birinci parçadan müminlerin basiret nurunu / iman şuurunu, ikinci parçadan -marifetullahtan ibaret olan- kalplerinin nurunu, üçüncü parçadan tevhitten ibaret olan ünsiyet nurunu (La ilahe illallah Muhammedu’rresulüllah nurunu) yarattı.”
Ahmed, Musned, IV-127; Hâkim, Mustedrak, II-600/4175; İbni Hibban, El İhsân, XIV-312/6404; el-Leknevî, el-Âsâru’l-Merfû’a, s. 42-3; Kastalanî, Mevahibu’l-Ledunniye: 1/6; Krş. Aclunî, Keşfu’l Hâfa, C.1, 262- 265-266.
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadisi kudsîde şöyle buyurmuştur:
“ALLAH: ‘Seni kendi nurumdan, diğer şeyleri de senin nurundan yarattım.’ buyurdu.”
Ahmed, Müsned IV-127; Hâkim, Müstedrek, II-600/4175; İbni Hibban, El İhsân XIV-312/6404; Aclûnî, Keşfü’l-Hâfâ I-265/827.