İlim Allah’ın en büyük sıfatlarından olup insanlığa saçılan nurun en değerli vasıflardan biridir. Bu vasıf ile insan kendisini tanır. Bu vasıfla ile insan rabbini tanır. Bu vasıfla ile insan iki cihanda mutlu ve huzurlu olur.
İlim sıfatı da ancak âlim ile kişiye açılır. Yoksa ilmin künhü gizli kalır. Her açılan ilmi kapı, bizim için ayrı bir icat olur. Öylece insanlığın gelişimine katkı sağlanmış olur. Bununla insanlık uyanıp dünyasını ve dünyadan sonraki yaşamını mamur etmiş olur.
Madem insanlığın tekâmülü ilimle olur. Maden insanlığın tekâmülü âlimin rehberliğinde gerçekleşir. O zaman ilmi sunan âlimlere vefa borçlu oluruz. Bu vefayla alimin ilmine hürmetimizi sunmuş olur.
Her ne kadar âlim, insanlığa yaptığı rehberliğinde, kimseden herhangi bir karşılık beklemez. O yüzünü Allahın cemaline çevirmiş ve ondan mükâfatını beklemekteyse de, bizlere düşen onlara karşı tevazu içinde bir duruş sergilememiz olmalıdır. Bu duruşla kalbimizi ilme açmış ve içine Allah’ın rahmetine çanak etmiş oluruz.
Zaten âlimler bilirler ki, peygamber efendimizin şu kutlu hadisi şerifini; “Nebiler dinar veya dirhem miras bırakmazlar. Onlar sadece ilmi miras bırakırlar. Kim bu mirası alırsa çokça nasip almış demektir” (Tirmizî, İlim 19)
Bu hadis gereği vereset-ül-enbiya olan âlimler, çok kutlu insanlardırlar. Onları tanıyamayanların işi ise, çok zordur. Zira nefisleriyle baş başa kalmış ve karanlık olan önlerini görmez olmuşlardır. Öyle attıkları adımlarda muhayyer kalmış, nefsin hevasına kapılarak gerçekten uzaklaşmışlardır.
Yüce Allah cellecelalühu, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizi yarattı. Kalbine sevgisini koydu. Öylece onun kalbini sevgisiyle donattı. O sevgi, bir nur olarak ona dönen kullara aktı da aktı. Bu akıntıyla nefsini tanır oldu. Öylece şerefe ermiş oldu.
Onun dininin şerefine talip olmak, ancak onun varislerinin yol göstermeleriyle mümkün olacaktır. Zira biz yalnız kaldığımızda, onun ilminin nurundan habersiz yaşamaya mahkûm oluruz. Bu mahkumiyet bizi benliğimize hapseder, öylece mutlak yaratana uzanamamış oluruz.
O kutlu insan olan Allah habibine ve onun kalbindeki kutlu muhabbete varis olan, yani âlim olan kulların kalbindeki sevgi pınarından içmeyenlerin ve onların kalbinden saçılan feyizlere kavuşamayanların kendilerini korumaları neredeyse olanaksız olur. Çünkü gözleri ilmin nurunu göremedikleri kör ve varoluş hakikatlerine bakamaz olurlar.
Hele şu zamanda insanların, ilmin rehberleri olan âlimlere vefa göstermeden, onları saçtığı nuru almadan imanlarını muhafaza edebilmeleri oldukça çok zordur. Çünkü bu zamanda insanlar, teknoloji çağı ile tüm kütüphaneleri cep telefonlarına indirmiş, ilmin sunumu için ilme katılması gereken marifetten yoksun kalarak, kuru bir okumanın kendilerini tatmin etmediklerinin farkındadırlar.
Varis olan bu âlimler ise, peygamberimize olan sadakatleri ve bağlılıkları nedeniyle kâmil olan imana kavuşan mükemmel zatlardır. Âlimler, İslam’ın nakli ve akli ilimlerinin yanında bir de kalbi hazza ve ilmin lezzetine kavuşarak nurlarını tamamlayan insanlardır. Öylece kendilerine müracaat eden kişilere ilmin yanında, o ilmin verdiği tadı da onlara ulaştırıyorlardır.
Çünkü ilim ehli olan kişiler, zahiri ilimlerin yanında kalbi ilimleri de tahsil etmişlerdir. Onların dillerinden dökülen cümleler ve kalplerin yayılan muhabbet, cemalullaha götüren vasıtalardır. İşte bu vasıtaya yani âlimlere sahip çıkıp koruyup kollamak, toplumdaki her bir bireyin görevidir. Çünkü sen kitaptan okunan satırdan ilmi muhabbeti hissedemezsin. Ancak onu canlı bir kitap olan alim ile elde edersin.
Zira âlim zarar gördüğünde, sadece olan onun nefsine olmaz. Aynı zamanda olan topluma da olmuştur. Her bir âlim bir âlem olarak topluma gerekli olan yol aydınlığını sunmaktadır. Satırlardan okunan sözcükleri yaşamlarında canlandırarak insanlığa açılırlar.
İşte yol rehberi olan değerli âlimler, Peygamber sav efendimizin kalbinden gelen ilahi sevginin canlı olan varisidirler. Âlimlerin sohbetinde bulunmakla veya kitapları varsa o kitaplarını muhabbetle okumakla ve uymakla şereflenenler, Allah’ın dininin güzelliklerini iliklerine kadar hissederler. Öylece ilimle bütünleşip yaşam alanlarında sergilerler
İslam’ın güzelliklerini sunup, doğru ile yanlışı ayırt etmede rehber olan âlimlerimizin yanında muhabbetle durup, onların ardında dahi onlara karşı kalbimizi muhabbetle doldurmalıyız. Zira âlimlerin muhabbeti bizi peygamberimizin sav muhabbetine götürecek, peygamberimizin muhabbeti de, bizi Allah’ın cemaline götürecektir. Öylece cennette sonsuz huzura ulaşmış olacağız.
Âlime o kadar saygı beslenmeli ki huzurunda sükûn dâhilinde durmalı ve sunduğu ilme saygı ile sahip çıkıp sunduğu ilme sarılmalıdır. İşte vefa bu şekilde hem ilme hem de âlime olmalıdır. Oluşan bu vefa sonucu bize ilmin nuru sirayet edecektir.
İlim ehlinin cemaatinde, daima huzur ve huşu üzere durarak âlimin huzurunda durduğunda ondan müsaade almadıkça oturmamaya dikkat etmelidir. Âlimin huzurunda izni almadıkça kendiliğinden söze başlamaz ve cevap vermeye kalkmaz.
Zira alime karşı gösterdiğimiz edep, aslında o ilmin menbağı olan Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimize gösterdiğimiz edep olacaktır. Böylece kalbine, Peygamber sav Efendimizden, huzurunda bulunduğu âlime kadar süre gelen Allah muhabbetini kalbine akıtacaktır. Sahabeler peygamberimizin huzurunda edep dahilinde öyle dikkatlice otururlardı ki, başlarına kuş konsa uçamayacak şekilde hareketsiz kalıyorlardı. Öylece muhabbetin membaı olan iki cihan serverinden muhabbet ile dolup sohbetten ayrılırlardı.
Zira ilim sadece zahiri emir ve yasakları içermez. Aynı zamanda kalbi muhabbeti de içerir. Alime karşı gösterilen edep kadar kalbe muhabbet akar. İşte alime ilmi için değer vererek muhabbetini ortaya koyanlar, onun kalbinin muhabbetinden istifade ederler.
Kişi, ilme ve âlime gösterdiği vefa ile edindiği tecrübe sonucu, Allah tarafından hangi amelin sevilip sevilmeyeceği bilgisine ve feyzine kavuşur. Öylece küfür ve bidat fitnesinden kurtulup imanın tadına kavuşur. Bu tat ile dünyasını mamur edip feyizlendiği gibi, ahretini de mamur edip iki cihan saadetine erer.