Konuya Hucurat suresinin 14. Ayeti ile başlayalım; Bedeviler “Biz de iman ettik” derler. De ki: “Siz iman etmediniz; ancak İslam olduk deyin.” İman henüz kalplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Resulü’ne itaat ederseniz, O sizin amellerinizden hiçbir şeyi eksiltmeyecektir. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.
İman tüm içeriği ile soyut iken, İslam tüm içeriği ile somut olandır. İmanın altı temel şartı vardır ki tümüyle kişi ile rabbi arasında soyut içerikler olup, kişinin düşünce dünyasını teşkil eder. Bunlar amentüde mücmel olarak zikredilmiştir.
Amentü şu anlama gelir; ben Allâh-ü Te’âlâ’ya, meleklerine, kitaplarına, rasullerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allâh-ü Te’âlâ’nın yaratmasıyla olduğuna inandım. Öldükten sonra dirilmek de haktır.
Bunlar tümüyle soyut olan hususlardır. Bunların her biri soyut yani gözle görülür ve elle tutulur hükümler değildir.
Ben şahadet ederim ki, Allâh-ü Te’âlâ’dan başka ilâh yoktur. Ve yine ben şahadet ederim ki, Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) O’nun kulu ve rasuludur.
İmanın beş temel şartı olup, bunlar tümüyle somut veriler üzerinden kişiye değer kadar. Bunlar namaz, oruç, hac, zekat ve kelimei şehadettir.
Bunların her biri somut yani gözle görülür ve elle tutulur hükümlerdir.
Bunların içinde kelimei şehadet vardır ki, olayı bilmeyen bunu da soyut bir kavram olarak zanneder. Çünkü kelimei şehadet islamın temel şartları içinde yer aldığı gibi, amentü diye mücmel olarak sunulan imanın şartlarının da sonuna eklenmiştir.
Oysaki kelimei şehadet, kalp ile tasdik edileni dille söylemekdir. Ayrıca kelimei şehadetteki en önemli olan unsur, şahit olunma olayıdır.
Şehadet somut bir olay olup bunun fiilen zuhuru ise, kalpteki tüm soyut olan imani mevzuları, bilfiil işleyerek kendisini gören insanların islami prosedüre göre amellerin kendisinden icrasını seyir etmeleridir.
Yani buradaki şehadet şudur ki, kişinin fiillerinin karşıya yansımasıdır. İnsanlar kendisinden şahit olacaklardır ki, sadece Allah’a kulluk eder ve huylarını alıp kendisinde ahlaklandırdığı kişi ise, Allah’ın rasulu Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizdir.
İşte böylece insanlar, kendisinin Müslüman olduğuna karar verip öylece kendisiyle muamele ederler.
Yoksa kelimei şehadet de soyut bir kavram olarak kalacak ve şahitlik edilecek yani somut olarak gözlemlenecek bir hususta olmayacaktır.
Bunları bildikten sonra bilelim ki, iman eden kurtulacaktır. Zaten hakkıyla yapılan iman, kaçınılmaz olarak ameli de doğuracaktır. Bu dünyevi işlerde de aynı vecihledir. Kesinkes kazanç sağlayacağın işe yatırım yaparsın. Ama getirisi belirsiz olan yatırımlara yatırımcı parasını riske atıp parasını yatırım yapmaz.
İşte kesinkes Allah’a iman eden kişi zaten otomatik olarak da amele başlayacaktır. Zira bilmiştir ki, inandığı davası hak olandır ki getirisi de onu bulacaktır.
Ama belirsiz bir şekilde inanıp, yani inanıp inanmama arsında askıda olanlar, amele de yoğunlaşmazlar.
Kesinkes iman edenler ve imanın getirisi olan fillere bürünenler, imanın tadını alıp almaması mevzubahis olmadan cennete ulaşacaklardır.
Kişi dese ki, ben Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin dediklerine iman edip yaşamak istiyorum. Bunu doğru yapıp yapmadığımı nasıl anlarım?
Onun için de diyebiliriz ki, sen La ilahe illellah derken, Allah’tan başka ilah tanır mısın? Allah’tan başka rab tanır mısın? Allah’tan başka melik tanır mısın? Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve ve sellem efendimizin Allah’ın kulu ve rasulu olduğuna şehadet eder misin? İşte bu dört unsura kayıtsız şartsız teslim isen, o zaman şeksiz şüphesiz iman ehlisin.
İmanın girişi bununla olur. Sonra açılım başlar. Meleklere iman. Kitaplara iman. Rasullere iman. Ahiret gününe iman. Kadere iman. İşte bunlara kayıtsız şartsız inanıyorsan, işte o zaman iman ehlisin.
Allah’ın uluhiyetinde ortak bilmek, Allah’ın rububiyetinde ortak bilmek, Allah’ın melikiyetinde ortak bilmek, İşte bunlar da şirktir.
Allah’ın uluhiyetindeki şirke açık şirk denilirken, Allah’ın rububiyetindeki şirke hafi yani gizli şirk demişlerdir. Nihayet bakımından ikisi de şirk olup tövbe edilmedikçe affı yoktur.
Müslümanlar arasında uluhiyette şirk rafa kalkmıştır. Ama rububiyet ve melikiyette şirk yani gizli şirk, malesef yürürlüktedir.
İşte yüksek derecede içsel fethe ulaştığı halde kendisini helak eden özellik, gizli şirktir. Zira her kişi illaki bir tanrıya yani yaratıcıya inanır.
Örneğin; sen bir şey beklerken onu kişiden beklersen, bu gizli şirk iken, Allah o kişiyi vesile eder dersen, şirkten kurtulursun.
İlaç içerken, şifayı Allah’tan değil ilaçtan bilmek, rububiyetteki şirktir.
Yemek yerken, duyduğunu Allah’tan değil, yemekten bilse, rububiyetteki şirktir.
Su içerken susuzluğunu Allah değil de su giderdi derse, rububiyetteki şirktir.
Bazısı bunun farkında dahi değildir. Çok az kişi rububiyetteki ve melikiyetteki sırf ve som vahdeti yaşamaktadırlar. Halk arasında bunlar veli olarak bilinirler. Oysaki bunlar daha yeni arif olmuşlardır.
Bir çok hususu sebepten bilip sebebi yaratan olanı unutmak, işte bu en büyük günahtır.
Büyük günahları kısaca sayalım ve en baştakine dikkat edelim. Allah’a şirk koşmak, anne babaya düşmanlık edip onları incitmek, bir kişiyi haksız yere öldürmek, kendini öldürüp intihar etmek, savaştan kaçmak, zina ve livata yapmak, büyücülük/büyü yapmak, yalan söylemek ve iftira atmak, domuz eti ve bunun gibi benzeri yenmesi haram olan şeyleri yemek, içki içmek, kumar oynamak, rüşvet alıp vermek, faiz parası almak, vermek ve yemek, israf yapmak, emanete hıyanet etmek, insanları çekiştirmek, gıybet etmek, kaş-göz işaretleriyle insanlarla alay etmek.
Dikkat edin, büyük günahlar sayılırken Birincisi Allaha şirk koşmaktır. Düşünsenize Müslüman olana günah olur. Kafire zaten her şey günah. İman etmemiştir ki onun için günah veya sevap mevzu bahis olsun. İşte en büyük günahın birincisi gizli şirktir.
Arınmak lazım onun için de bir kardeşimin sorduğu bir soru ile konuya devam edelim.
“Biri şöyle düşünde ve dese ki, ben koltukta oturuyorum. Ayağa kalkmak için Allaha dua ediyorum ama kaldırmıyor. (anlaşılır olsun diye böyle yazıyorum yoksa haşa!). Sonra kendim kalkıyorum oluyor. Şimdi ben davranmadan hareket olmadı. Ben davransam Allah kaldırdı diyorsunuz, ben davranmasam Allah kaldırmıyor. Şimdi burada işte ayak kayıyor. Burada bir yerde bir ayrıntı kaçıyor. Allah bensiz neden yaratmıyor istediğimi. Benle yaratıyorken de, ben nerde bitiyorum, o nerde devreye giriyor, burayı ayırt edemiyorum. Dolayısıyla benle yarattığı esnada bunu kendim değil de Allah’ın inşaa ettiğini nasıl idrak ederim.”
İşte bu tüm düğümü çözecek bir sorudur. İçeriğini idrak etmek ile kişi olayın aslına erecek ve hakikati yaşayacaktır.
İşte siz niyet ettiniz kalkmaya sizi ayağa kaldıran ve sizde münderiç olan Allah’ın havl ve kuvvetidir.
La havle ve la kuvvete illa billahil aliyyil azim derken, kuvvet ve güç sadece büyük ve yüce olan Allah’ın yardımı ile olur, hakikatini dillendiririz.
Yani kişi yaptığı işi kendi bağımsız gücüyle değil, Allah’ın kendisinde seyrini oluşturduğu nuruyla yani nurunda oluşturduğu kuvvetiyle yapmaktadır.
Sen burada kendindeki kuvveti ve gücü kendine ait bilip, kendi müstağni görerek olayı değerlendirirsen, kendini Allah’a rağmen bir havl ve kuvvet sahibi addersin ki, bu hakikatten seni uzağa atar.
Allah nurunu iyi bilmek lazımdır. Yoksa bu konu çıkmaz sokak olur ve idraki çözülemez. Allah insanı ve diğer tüm yarattıklarını nurundan bir tutamla var ettiği nuri muhammediden var eyledi.
Yani tüm varlığımız zahiriyle batınıyla, tümüyle nuri muhammediden var olmuştur. Nuri muhammedi ise Allah’ın nurundan bir tutam olarak varlığının farkındalığıyla donatılmak suretiyle varlığının farkındalığına ulaştırmıştır.
Yukarıda verilen örnekte, Allah koltuktan kişiyi kaldırır dendiğinde, sen sendeki sana verilmiş irade ile istedin, sonra senin varlığını oluşturan sana edilen nurundaki bileşimin kalkmaya göre konumlandı ve kalktı.
İşte varlığın dayandığı mahal, Allah’ın nuru, Allah’ın nuru ise Allah’ın vechinden gelir. Allah’ın vechinden geliş ise, Allah’ın dilemesiyle tecellisi oluşur. Dolayısıyla yapan Allah’tır. Zira tüm mülk onundur.
Ama Allah sende benlik oluşturmuş ve sende seyir oluşumunu yapan ve tasavvur eden yapıyı senle oluşturup açığa çıkarttığı için, sen yapıyorsun ve yaptığını sahipleniyorsun. Tüm olay bundan ibarettir.
Yani benim esas dilemem, ağzımdaki laf değil hareketimdir. Allah da esas dilememe anında icabet ederek, anında inşasını gerçekleştirecektir.
Bu imansız kişinin sergilediği istidraçta da böyle, iman ehlinin kerametinde de yani nuranide de durum böyledir. İşte bunu fark etmek tüm şirklerden kişiyi halas eder.
Şimdi oluşan istidraçta kişi kendisinde oluşan yaptırma kuvvetini kendinden bilir. İstidraç halini nuraniye ancak iman ile çevirir. İşte o zaman kendisindeki tüm güç ve kuvvetin sahibinin yani yaratanın Allah olduğunu idrak eder.
Allah’ı zatıyla, sıfatıyla, esmasıyle ve fiiliyle tüm varlıktan münezzeh bildiği halde, tüm yaratılanın Allah’ın filleri sonucu, varlığını Alllah’ın nurundan aldığını idrak eder.
Bu konudaki şu hadise kulak verelim; Sevbân radıyallahu anh şöyle dedi: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, selâm verip namazdan çıkınca üç defa istiğfâr eder ve “Allâhümme ente’s-selâm ve minke’s-selâm tebârekte yâ ze’l-celâli ve’l-ikrâm: Allah’ım selâm sensin. Selâmet ve esenlik sendendir. Ey azamet ve kerem sahibi Allah’ım, sen hayır ve bereketi çok olansın” derdi. Hadisin râvilerinden biri olan Evzâî’ye: – İstiğfâr nasıl yapılır? diye sorulunca: – Estağfirullah, estağfirullah demektir, dedi. (Müslim, Mesâcid 135. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Vitir 25; Tirmizî, Salât 108; Nesâî, Sehv 81, 82; İbni Mâce, İkâme 32)
Allah’ım selam sensin, bana gelen selam da senden geliyor. Bu Allah nurunun kişiye ulaşan tecellisi değil de nedir?
Demek ki kişiye ulaşan selamet ve esenlik Allah’tandır. Aynı bunun gibi tüm esmaların tecellileri, Allah’tan tüm yaratılan kullarına ulaşır.
Öylece her yaratılan yaratımının farkındalığını yaşayarak işlevini en güzel şekilde yapıp tesbihatının hakkını verir.
İnsana ise, tüm esmaların tecellileri tek tek ulaşır. İşte insan bunu fark ederek Allah’ın yeryüzündeki halifesi olur. Öyle Allah’a olan kulluğunu idrak ederek ve secdeye vararak zikrin hakkını eda edip, Allah’a olan teslimiyetinin hakkına erer.
İşte keramette olduğu gibi istidraçta da her şey Allah’tan kula ulaşmaktadır. Keramet, kişide iman olduğu için Allah’ın ikramı olarak kula sunulurken, istidraç ile kulun azgınlığı daha da artar. Öylece kendisini daha çok müstağni görerek hakikattan daha çok sapar.istidraç ehli de farkında olmadığı için kendinden sanıyor.
İstidraç ehli kendini şirkle kilitediği için Allah’dan mahrum kalıyor. Bunun kendini kitlediği yeri iyice benimseyip çözmesi lazım ki tüm saplantılardan halas olsun.
Olayı algılama hatası ile de ayak kayıyor. Ölümden sonra da, olayı kendinden bilip şirk halindeyken ölen, mesela sandalyeden kalkacak isterken kalkamıyor. Orada donup kalıyor. Kimse de imdadına ulaşamıyor.
İman ile göçen ise, orada da rahim esmasının tecellisi devam edecek ve hissederek kalkıp sıratta yürüyecektir.
Tüm tecellilerin Allah’tan kendisine aktığına iman ettğinde dıştan beklentiyi keser. Vechini Allah’ çevirir. Veccevtu ayetlerini okumaya başlar. İşte kilit nokta buradadır.
Örneğin aynı kişiye müracaat eden iki kişi düşünün…
Biri kişiden bilir, diğeri kişinin sahibi olan Allah’tan bilir.
Aynı ilacı alan iki kişi, biri şifayı ilaçtan bilir, diğeri şifayı ilacın sahibi olan Allah’tan bilir.
Aslında olay çok basittir. Millet gözünde büyütüyor.
Başka bir örnek vereyim, iki jandarma bir topluluğu ayağa diker. Sen olayı iki şahıstan bilirsen, arkasındaki orduyu görmezden gelsen hata edersin.
Oysa ki iki kişi ama arkasında bir ordu vardır. Yoksa onla kişi onları dinlemez.
İşte tüm olay, asıl güç ve kuvvet kaynığının sahibini bilmektir.
İşte bu hissedişi ancak zikirle hissedersin, yoksa tüm bilgin felsefeden öteye geçmeyecektir.
Bu dünyada şeriatı uygulayıp tasavvufla işi olmayan kişi, taklidi iman ile ve gönül saflığı ile iman edip gerekli fiilleri işleyenler azaptan halas olurlar.
Allah cümlemizi azaptan halas olanlardan eylesin…