Vahidiyet yani insanlardan istenilen birleme uluhiyet için mutlak olarak Allahındır.
Hem yukardan aşağıya, hem aşağıdan yukarıya, bu kesinlikle her açıdan değişmezdir.
Rububiyet ve melikiyet olarakta yukarıdan aşağıya mutlak olarak Allahındır.
Ama aşağıdan yukarıya burada vahidiyet yok, kesret mevcuttur.
Ve kesrette faal olan Allahın rububiyet ve melikiyeti…
İnsanlar hangi mertebeyi birlemek zorunda olduklarını bilmelidirler.
Sen rububiyet ve melikiyet mutlak olarak Allaha aittir dediğinde, burada kesreti birlemiyorsun, aksine kesrette oluşan hükmün Allahtan geldiğine tanıklık ediyorsun.
Burada olayları bir birine karıştırıp insanları ve tüm varlığı kesrette birleyip LA MEVCUDE İLLELLAH demek, büyük hatadır.
LA MEVCUDE İLLELLAH sözü uluhiyeti bakımından Allahın mutlak zatı için geçerlidir.
Ama kesrette hepimiz mevcuduz ve bu söz kesinlikle sakıt olur.
Yani Sıfat Esma ve efal de asla birlenme istenmemektedir.
Ama sıfat esma ve Efalin mutlak sahibinin Allah olduğunu bilmemiz ve iman etmemiz istenmektedir.
Burada olayları bir birine karıştırmak kadar düşüncesizce bir tutum olamaz.
İşte Mülkiyette birleme olmaz, ama mülkiyetteki Melik olanın sadece Allah olduğu hakikatı mutlak gerçektir.
Melekut ve ceberrutta birlik olamaz. Çünkü artık kuvveler mevcut olup bunlar bir araya gelerek kesret başlamıştır.
Zaten seyir etmek istemiş ve gizli hazineyi açıp kendi ilmi hakikatını kesret dediğimiz alemi oluşturup seyrine sunmuştur.
İnsanı da yaratıp kendi adıyla bu seyri seyretmesini dilemiştir.
İşte burada tekliği ve teklikteki hükmün içeriğini ve işleme tarzını bilmemek olayı ile tasavvufa meyyal olan milletin kafası karıştı.
Yani zat ile Esma mertebelerini birbirine karıştırmadan yürümek ana esastır.
Birlenmesi mümkün olmayanı esma ve efali birleştirmeye çalışmak kadar vahim bir durum olamaz.
Ama efal ve esma üzerinde mutlak tasarruf edenin Allah olduğunu bilmek ise, tevhidin ta kendisidir.
Uluhuyet ile rububiyet iyice bilinmeli ve öylece mutlak hüküm sahibi olan Allah bilinmelidir.
Yoksa batıl yollara dağılır da, hala kişi doğru yolda olduğunu sanır.
Zaten la ilahe illellah cennetin anahtarı iken, la mevcude illallah olayı çok marjinal bir söylem olarak kulaklarda çınlamıştır.
Zaten az ilim sahibi olan kişi, Hz.Muhammed Mustafa sallahu aleyhi ve sellem efendimizin yaşamı boyunca ana mücadelesinin la ilahe illellah hakikatının insanlığa sunmak olduğunu fark eder.
Allah yanısıra bir İlah yoktur, tek ilah Allahtır hakikatı ile uluhiyet gerçeğine adım atılır.
Uluhiyet zaten parçalanamayan bir özellik olup zat sıfat esma ve efalde sadece ve sadece Allahındır.
Günümüzde bir çok çevrenin anladığı gibi bir vahdet anlayışı Hz.Muhammed Mustafa sallahu aleyhi ve sellem efendimizin hayatında hiç görülmüyor.
Yani iyiyi ve kötüyü birlemiyor, iyilerin cennete ve kötülerin cehenneme gideceğinden haber veriyor.
Ayrıca vefatına kadar kötülük yapanlarla mücadele etmiş ve kötülerin yaptıkları saldırılara misliyle karşılık vermiştir.
O da şu da bu da hak deyip, kötülerle dost olmamıştır.
La mevcude illallah çok özel bir mertebe olup zati sıfatlar ile Allah bunu bize sunmuştur. Bunu hissetmek ancak zevk hali olup asla muameletta mevzubahis değildir.
Muameletta tüm hüküm Allahın olup, her bir varlık ayrı bir hüviyet alarak yaşamda gözünü açmıştır.
Bu anlayış halka açılıp bu zevki hususu insanlığa mal etmeye çalışmak kadar vahim bir durum olamaz.
Her bir mertebeyi yerli yerine koyan El Hakim ismi Şerifi ile bizleri gerek olan konumda konumlandırmıştır.
Hz.Muhammed Mustafa sallahu aleyhi ve sellem efendimiz, Ebu cehil de Allah esmasının terkipsel sonucu olup ondaki de haktır, niye mücadele edeyim, dememiştir.
Çünkü orada isimler ile işaret edilen öz konu konumu değiştirilebilir bir varlık mevcuttur. İşte Ebû cehil ve avanesiyle tüm mücadele, kişideki terkipsel iç şuurun değiştirilebilir olmasındandır.
İşte isimlerde çokluk vardır. Bu çokluk asla ve asla vahdet değildir. Ama çokluktaki hüküm Vahid olan Allaha mahsustur.
Peygamberimiz yüzümü çevirdiğim her mahalde Allahı görüyorum, demedi ve mücadelesini vefatına kadar sürdürdü.
İşte Allahın uluhiyeti, melikiyeti ve rububiyeti parçalanmaz bir bütündür.
Zati, sıfat, esmai ve fiili olarak bu öyle olup, ama her mertebe de, o merteben in hükümleri esastır.
Yani bizler kesret aleminde asla ve asla vahid değiliyiz. Ama vahid bir ruha sahip olduğumuzun farkına varıp, vahid bir toplum olabiliriz.
Tıpkı bir tabur askerin vahid bir ruhla arkadaşıyla bütünleştiği gibi.
Ama arkadaşıyla bütünleşen gene bir kişiliktir ki, kendisi her halükarda mevcuttur.
Ama mutlak hüküm olarak öyle olup, varlıkların yaratılış ve konumu mertebelerinde, varlığın kesreti ve Allaha boyun eğişi mevzubahistir.
Allahın mutlak hakimiyetini ise ancak insan zannıyla ve nefsi duygusuyla parçalar. Bu da gerçekçen çok uzaktır.
İşte Esma yani isimler birleştirilerek çokluktur. Çünkü öyle dilemiş ve öylece var etmiştir.
İşte rububiyet ve melikiyyet mertebesinde varlıkları varoluş hüviyetleri açısından vahidiyetten bahsedilmez.
Kim bunun vahidiyetini söylerse, gerçekten uzağa düşmüştür.
Zaten Allah bu mertebeler ile alemleri oluşturmuştur. Dolayısıyla bu mertebelerden oluşan âlemleri ve alemlerdeki her bir varlığı birlemeye ve birleştirmeye kalkmak, büyük bir yanılgıya kapılmaktır.
Bu yanılgı ile helalı haram, haramı helal göstermek kadar da bir basiretsizliktir olamaz.
İşte Allahın tek olduğunu bilip onun yanısıra başka bir ilâhın olmayacağını bilmek, tevhidin ta kendisidir.
Yani Allah birdir ifadesi, âlemler birdir anlamında değil, âlemlerim ilahı birdir hem Rabbi ve meliki de sadece Allah’tır hakikatını içsellemektir.