2.BAKARA Suresi

BAKARA SURESİ 1. AYET

AYETİN ORJİNALİ:

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَٰنِ الرَّحِيمِ

Rahman ve rahim olup ismi Allah olanın gücü ve kuvvetiyle…

AYETİN ORJİNALİ:
الٓمٓۚ

AYETİN OKUNUŞU:
Elif-lâm-mîm

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Elif Laaaam Miiiim…

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Bakara süresi bu üç harf ile başlar. Buradaki her bir harf rab ile kul arasında birer şifredir. Bu harflere her toplum kendisine göre bir anlam vermiştir. Ama insanlık bu ayetlerin gerçek anlamlarını hep sorgulaya gelmiştir. Bu ayetler iman edenlerin kafasını sürekli kurcalamıştır.

O yüzden böyle ayetleri değerlendirirken varılan tüm sonuçlara, bu ayetle Allah kesin olarak şunu söylemiştir, denilemez. Çünkü bu ayetler, iş’ari olarak insanlığa ışık olmaktadırlar.

İnsanlığın bakış açısı değiştikçe yeni yeni manaları da insanlığa sunmaktadırlar. Bizler de bu ayetin işaret ettiği anlama yaklaşmak için, tüm Kur’anı Kerim’in konu bütünlüğü içinde düşünerek, verilmek istenilen mesaj üzerine eğilelim. Allah anlayış bütünlüğü ihsan eylesin.

“Elif”, hu isim zamiriyle işaret ettiğimiz mutlak hüviyetle bireyselliğin varlığının kaimiyetine işaret eder. Bu tümel manada böyle olduğu gibi, nesnel manada da böyledir. Gerçeklikte böyle olduğu gibi gölgelikte de olay aynıdır.

Yani Hu isim zamiriyle işaret ettiğimiz mutlak hüviyetin, Allah ismiyle kendisinden kendisine nazar edip isimlendirdiği kendi içeriğine, yani kendinden kendine var bildiği mutlak hakikatine işaret eder.

Hem de Elif, Allah’a yeryüzünde halife kılınan insanın benliğine yani, kişideki sanal benliğe işaret eder.

İşte her yerde Elif, ha reel benlik, ha sanal benlik fark etmeksizin, birincil olan “nefs-i varlığı”nı yani “ben”liğini resmeder.

Allah kelimesindeki birinci lam, Allah ismiyle kendisini bize tanıtan mutlak zatın subuti sıfatlarına işaret eder. Bu çok önemli bir konudur. Mutlak zat, Allah ismini kendine ayna yapar. İnsan da bu aynada yerini alarak aynı zamanda Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak mutlak zata ayna olur. Çünkü insana da tüm isimler talim edilmiştir. Yani Allah’ın varlıklarda nazariyesine sunduğu tüm öz kuvvelerini insana da öğretmiştir.

Öylece insan da, eğer ki nefsine zulmetmemişse, Allah’ın sahip olduğu yaratım seyrinin aynısını, kendisindeki rububiyet dairesinin kuvvesine göre zevk seyri olarak seyreder. Ama nefsine zulmetmişse, kendisini karanlıkta bırakmış olur. Seyrine de eremez.

Çünkü insan, bu aynadaki benlik gibi bir benliğe bürünür ve yaptığını kendi hesabına yapıp kendisinden tecelli eden tüm fiillerden sorumlu olur.

Yani insan, sahip olduğu fıtrat üzerinde değişim yapabilme kabiliyetiyle donatılmış bir halde dünyada yerini almıştır. Fıtratını bozup kendisine talim edilen tüm isimleri karartıp nefsini karanlıklara terk edebilme hüviyetine de haizdir.

Yani insanın varlığı, benlik içre benliktir. İşte bu lam, tüm bu anlatımları da içinde barındırarak, insandaki sanal benliğe de ithafen, mutlak benliğin nuruna yansımasıyla yaptığı nakışla insanda oluşan sanal benlikten dolayı, insanda da var olan sıfat âlemine işaret eder. Ama insandaki sıfat âlemi yaratılmışken, Allah’ın sıfat âlemi tümüyle zati olup tarif edilmekten münezzehtir.

Eğer sırf “Hu isim zamiriyle işaret ettiğimiz mutlak hüviyet”in kendisine ayna edip kendisini öylece bize bildirdiği Allah ismiyle işaret edilen zattaki subuti sıfatlar olarak bildirilen sıfatlar, sadece Allah’a ait olup bizle ilişkisi olmasaydı, niye bize bildirilsin ki?

Genelde insanlar, Kur’anda gelen sıfat ve esma ile işaret edilen kavramların tümünü Allah ismiyle kendisini bize tanıtan mutlak zata tahsis edip, bu isim ve sıfatları kendisinden uzaklarda görerek tümüne uzaktan bakar. Veya kendisinden ve diğer tüm varlıklardan hululü şeklinde izah eder.

Oysaki Kur’anda Allah için gelen tüm tanımlamalar, yeryüzünde Allah’a halife olarak yaratılan insan için de, o kavramların gölgesi mevzubahistir. Yani bir tutam nuru üzerine resmettiği insanda da tüm o sıfat ve isimleri işlemiştir. Tabiî ki her birini yaratım planında oluşturarak mahlûkları olarak var eylemiştir.

Yani bizden zuhur eden tüm özellikler, Allah’ın bizden ortaya çıkardığı isim ve sıfatlar, kendi öz özelliklerinin hululü şeklinde bir yansıması olmayıp, bir tutam nurunun üzerine işleyip nakış eylediği özelliklerdir.

İşte bu hakikati anlayamayanlar, bir kısım ayetleri Allah’a mal eder, bir kısım ayetleri eski toplumlara mal eder, bir kısmını Mekke’deki müşriklere mal eder, bir kısmını ise Medine’deki Yahudilere mal eder, derken kendisine bir pay kalmaz.

Oysaki Allah kudretiyle ve bizde zuhur ettiği mana ve ilmiyle, hem de üflediği ruhuyla bize bizden yakındır.

“Elif lam mim” deki Elif mutlak zata işarettir. Elif’le bize bildirilen bizim mutlak zat ile kaimliğimizi yani var olduğumuzu bize anımsatır. İşte Elif’in bize bakan tanımı, mutlak zatın bize üflenen ruhuna işaret eder. Yani sonsuzluğa bakan bireysel şuurumuzu resmeder. Öylece biz, bu üflenen ruhla sanal benliğe kavuşup zati seyir zevk haline ereriz.

“Lam” bizde var olan sıfat âlemine, “Mim” ise, sıfatların açılımı olan ve bizim varlığımızın asıl öz cevheri olan hakikati muhammediyeye işaret eder.

Peki, sıfatların açılımı olan Hakikati Muhammedi ne demektir?

Hemen gözümüz gitti gene bin dört yüz yıl önce yaşayan ve eşrefi mahlûk olan zata yani Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimize.

Mim hakikati muhammedi diyoruz. Dikkat edin! Muhammed’tir demiyoruz. Onun hakikatidir diyoruz. Dikkat edersek, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz şöyle yemin ederdi; “Nefsim elinde olan zata yemin olsun ki…”.

Şimdi az düşünelim; Hu işaret zamiriyle işaret ettiğimiz mutlak hüviyet Allah ismini kendisine seçti. Allah isminin müsemması olarak kendindeki sıfatları seyir etti. İstedi ki biri de onun adıyla seyir etsin. İşte bu noktada insanı bu amaç için var etti.

İşte Allah, tüm melekûtunu kendi elinde bulundurmak kaydıyla, yeryüzündeki halifesi olan insanla da, kendi melekûtunu seyir etti. Bu seyirle beraber Allah, öz manalarına daldı, seyir edip insana da seyir ettirdi. İşte bu manalar da doksan dokuz esma diye özetlenerek bizlere sunuldu.

Allah ismiyle tanıdığımız mutlak zat bu doksan dokuz manayı bileşimleştirip on sekiz bin âlemini oluşturdu ve ef’al âlemininden kesret âlemini yaratıp yaratım seyrini başlattı.

Rastgele bir oluşum olmaksızın tüm seyirlerinde bir düzen yani sünnet oluşturdu. İşte son halka olarak tabiri caizse varlık içre varlık olarak insanı var etti.

Yani insan, Allah ismiyle kendisini tanıtan zatın kurduğu düzene tabi bir şekilde, on sekiz bin âlem ile doksan dokuz esma manası ve sekiz subuti sıfatı ile Allah’ın yeryüzündeki halifesi oldu.

Allah insanın uhdesine, tüm yarattıklarının mutlak olarak bağlı olduğu düzen ile uyumlama sağlamadan da, hareket etme imkânını verdi. Yani insana yaratım fıtratının üzerine olduğu ahvalin zıddına göre de hareket edebilme kuvvesine haiz bir şekilde yarattı. Tabi ki bu ahval de gene de onun hükmü dâhilinde gerçekleşti.

Çünkü insan, gayrı ihtiyarı olarak, Allah adıyla müsemma olan mutlak zatın özündeki manaları seyir için var ettiği düzene, genel çerçeve dâhilinde mutlak olarak bağlıdır.

Yani insan, yaratılış fıtratına uygun olarak oluşturulan düzene uymadığında da, Allah’ın düzenine bağlı kalmak zorundadır. Çünkü Allah’ın mülkünün dışında başka bir yer ve mülkünde çizdiği genel çerçevenin dışında başka bir düzen mevzubahis değildir.

Örneğin insanın kendisini ateşe atıp yakması haramdır. Yani fıtratı gereği vücudu ateşe dayanmaz ve içinde yanar. Ama ateş de, Allah’ın yarattığı mülkten bir unsur olup Allah mülkünün dışı değildir. Ama içine atılan insan, fıtratına uygun olmadığından, onun vücudunu yakıcıdır. Çünkü insan bedensel ve ruhsal olarak belli başlı prensipler dâhilinde var edilmiştir. Bu prensiplere uymadığında bedenen veya ruhen çökmeye mahkûmdur.

İşte bu örnekte olduğu gibi dünyada veya tüm âlemlerin oluşturduğu her bir noktada, insan bedenine veya ruhuna zarar verebilecek her bir unsur dahi, Allah’ın mülkü dâhilindedir.

Daha insan yaratılmadan önce yaratılıp oluşturulan ve buna mutlak manada bağlı olarak yaratılan insan, Allah’ın yarattığı ama insanın yaşamıyla uyumlu olmayan düzenine göre hareket ettiğinde, yani insan üzerine var edildiği öz fıtratına uymayıp yaratılış formatıyla uyumlu olmayacak şekilde yaratılan düzende fiiller işlediğinde, bu düzenin dişlileri arasında ezilirek hoşuna gitmeyen şeyler yaşayıp azap görür.

İşte insan, yaratılan bu düzenin dişlileri arasında ezilmesin diye de, yüz yirmi dört bin nebi ve üç yüz on üç resul insanlar içinden görevlendirildi. Bu görevlendirilen peygamberler, Allah’ın yaratmış olduğu düzenini ve bu düzen ile insanın ilişkisini, yani insan ile uyumlu olan düzeninin şeklini teker teker bildirdi.

Dedi ki ey insan! Sen elbette serbest yaratılmışsın, ama senin içinde yaratıldığın bir düzen vardır ki uymak zorundasın, uymazsan üst düzenin dişlileri seni ezer ve acıyanında olmaz. Çünkü kıyamet gününde herkes nefsi nefsi deyip senden kaçacaktır.

İşte biz insanlar olarak serbest yaratılmışız. Ama bu serbestlik sadece, bu et kemik bedenimizin bizde olduğu zaman diliminde mevcuttur. Sonrası ise, insanlığın büyük çoğunluğu yaratılan düzenin yaratım şekil ve amacına bağlı olarak sonsuza dek yaşayacaktır.

Allah’ın zatına seçtiği çok az bir kısım ise, cennetlerdeki yaşamla beraber mutlak zat olan Allah’ın kendine seçtiği kullar olarak her yerde serbest olacaklardır. Dünyada da, berzahta da, cennette de salih kullardan olmak ümidiyle bu ayetten anladığımızı noktalayalım.

BAKARA SURESİ 2. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَۚ ف۪يهِۚ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ

AYETİN OKUNUŞU:
Żâlike-lkitâbu lâ raybe fîhi huden lilmuttekîn(e)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Muttakiler için doğruya erdirici olması hususunda, bu kitapta hiçbir şüphe yoktur.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
“Zâlikel kitâbu” dedik ki “Mim” hakikati muhammediyyeye işaret eder. İşte bu hakikati Muhammedi öyle mücmel bir kaynaktır ki; Allah bunu bize bir kitap olarak sunuyor.

Kitap nedir diye düşünürsek, başı ve sonu belli olup belli başlı bir konuyu anlatan iki kapak arasındaki sahifelere deriz.

İşte bu ayet, önceki ayette “mim” ile işaret edilen hakikati muhammediyyeye kitap diyor.

Çünkü doksan dokuz esmanın açılımı olan on sekiz bin âlemi ilgilendiren her şey, bu hakikati muhammedi diye işaret edilen ve kitap gibi sunulan levhin içinde kayıt olmuştur. Buna da ümmül kitap denmiştir.

Bu hakikati muhammediyyenin hafızasına ise, Levhi-l mahfuz denilmiştir. Bundaki var olan bilince ise, aklı evvel denmiştir. Bunda var olan ruhullaha ise, Ruhu-l Kudüs denmiştir.

Yani tüm âlemlerde tasarruf, bizzat Allah’ın kudret eliyledir. Bunun içinde Allah’ın eli elinizin üzerindedir diye ayetlerde ifade edilmiştir.

Yani bizdeki canlılığı oluşturan ruhun ana kumanda merkezi, ruhullah olan Ruhu-l Kudüs’tür. Bunun mahiyetinin ne olduğunu asla bilemeyiz.

İşte bedenimizi ve ruhumuzu canlı kılan bu ruhtur. Bu ruhun terk ettiği bedenin de hiç bir işlevi kalmaz. Böylece et kemik bedenin devamı olan ruh bedenimiz, Ruhu-l Kudüs’ten yoksun kalan et kemik bedeni terk eder.

Ruhumuzun fevkinde Allah’ın nurundan yansıyan Ruhu-l Kudüs yer alır. Et kemik bedenimize veya ruh bedenimize lazım olan tüm güç ve kuvvet Allah’ın nurundan yansıyan bu ruhtan bize akar. Maddi veya manevi tüm kuvvelerimizin üzerinde Allah’ın nurundan yansıyan bu ruh olduğu için, genel kapsayıcı yönüyle de “Allah’ın eli sizin elinizin üzerindedir” diye denilmiştir.

“La raybe fih”, yani içinde hiçbir şüphe ve kusur olmadan tıkır tıkır işleyen bir düzen mevcuttur. Bu düzende uyumsuz bir şey yoktur. Tek uyumsuzluk edebilen varlık ise, insandır.

Elindeki ilim, irade ve kudreti kullanarak on sekiz bin âlemle senkronize olması istenilen insan, var edilen fıtrata yani yaratılış düzenine uymayarak kendi kendine yani nefsine zulmeder. Bu zulüm ile nefsine sıkıcı bir ortam oluşturarak kendisini karanlıkta bırakır.

Yaptığımız olumsuz davranışlardan Allah etkilenmez. Allah, bizim varlığımıza mecbur değildir. Ama biz ona mecburuz. İnsan Allah’ın yarattığı düzene uymayarak kendi kendisini cezalandırmış olur.

“La ilahe illa ente subhaneke inniy küntü minez zalimîn” ayetini hatırlayalım; senden başka hiçbir ilah yok, sen subhansın, ben senin yarattığın düzene uymayıp kafama göre hareket ettim ve nefsime zulüm ettim, deriz.

İşte bu kitap “Hüden lil müttekin”, takva ehline, yani yaratılan düzendeki kurallara göre hareket etmek isteyenin önüne, doğru yolu koyar. Yani, kitaba uyumlu yaşanıldığında, kişi zahmet görmeden sonsuz mutluluklara ulaşır. Çünkü bu düzen kusursuz şekilde çalışan bir makine gibidir. Düzenin fıtratına uygun davranıp kitabın içeriğine uyarsan doğru yoldasın.

Ama nefsinin rastgele konumlamasına aldanarak hevana uyarak, yaratılan düzendeki kanunlara uymazsan, kaybedersin.

Dolayısıyla bu kitap, sadece takva ehli için hidayet kaynağıdır. Hidayet ehli olmayana ise, koca bir hüsran vardır.

BAKARA SURESİ 3. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
اَلَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۙ

AYETİN OKUNUŞU:
Elleżîne yu/minûne bilġaybi veyukîmûne-ssalâte vemimmâ razeknâhum yunfikûn(e)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Kitabın içeriğine muttali olanlar şu kimselerdir; kendi gayblarına iman ederek namazla ayakta kalanlar ve verdiğimiz rızıklardan infak edenlerdir.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Allah’ın kitabının içeriğinin gerçekliğini maddesel oluşumları kanıtlayan beş duyu organlarıyla tespit edemediği halde, kitabın içeriğine muttali olmak için, öncellikle ğayb olana yani göremediğine iman edip muttaki olunması şarttır.

Muttaki olmak için de, Allah’ın verdiği rızıklardan infak edip fiilen namaz kıldıktan sonra, zihnen de namazda kalmak icap eder. Sadece namaz kılarken orda olup, ama namaz bittikten sonra tüm okudukları ayet ve dualar seccadede kalırsa, yani zihnen namazda kalınmazsa, namazdan sonra kişi gene de günaha dalıp özünden uzaklaşır. Öylece kitabın hakikatine ulaşamaz olur.

Allah’ın kitabındaki birçok hakikati aklımızla çözemeyiz. Onun için de peygamberlerin dediklerine kulak vermek zorundayız.

Zaten aklıyla tespit edemediklerine iman etmeyen kişi, kendisine bildirilenlere iman etmediği için, iman ile var olduğu bildirilenlere kavuşmak için de bir şey yapamaz olur. Çünkü ona göre aklın sınırlarının dışında bir şey yoktur ki kavuşmak için de bir çaba harcasın. Onun için de öncellikle kişi, beş duyu ile göremediği ama peygamberlerin sunduğunu hakikat bilip inanacak ki, çalışmalar yapsın.

İşte bu ayette kişi için gerekli olan çalışmalar sıralanıyor. Yani ayet takva ehlinin özelliklerini açıklamaya başlıyor ve şöyle diyor;

Onlar ki, ğayblarına yani beş duyu kısıtlılığından dolayı görünemeyen yanlarına ve göremediği halde hakikatte kendisini ilgilendiren hasletlerin de olduğuna iman ederler. Yani beş duyu ile göremediği halde, kendi varlığının bir parçası olduğuna, kendisine yapılan tebliğ gereği inanır ve istenilen şekilde davranışta bulunurlar.

İşte ğayba iman, hakikatinden kendisini ilgilendirdiği halde aklıyla tespit edemediği şeylerin de var olduğuna iman etmektir. Ğayba iman etmek, aklın sınırları dışında olup beş duyu ile göremediğini, güvenilir olduğuna kalben itikat ettiği birisinin olayı anlatması sonucu ona inanıp öyle olduğuna kanaat getirerek gerekli eylemi bilfiil işlemek, yani yaşam tarzı haline getirmektir.

Kişi zaten bir şeyi beş duyu ile aklın kapsama alanına koyduğunda, ona iman etmesi gerekmez ki. Çünkü zaten beş duyu çerçevesi dâhilinde aklıyla tespit edip öyle olduğuna kanaat getirmiştir.

Biz, varlıklara veya varlığımıza imandan yoksun bir akılla bakarsak, kendimizi bağımsız bir varlık gibi görürüz. Sonra da zannederiz ki, gücümüzü yediğimiz yemek ve içtiğimiz sudan alarak hayat buluruz.

İmanla baktığımızda ise, bizde var olan gücün et kemik bedenden değil, bedende var olan ruhtan geldiğini fark ederiz. Onun için de ruhaniyetimiz ne kadar güçlü ise, kuvvetimizin de o kadar fazla olduğunun bilincine ereriz.

Düşünün sahabelerin yaptığı savaşları; bir avuç insan, ama ruhaniyeti öyle bir hissediyorlar ki, sayısız kâfiri yenilgiye uğratabiliyor. Çünkü kendilerindeki gücün vücuttan değil, vücutla adeta senkronize olan ruhtan açığa çıktığını fark ederek cenk etmişlerdir.

Hatta öz alt bilincimiz öyle bir marifete sahiptir ki, yemekte, suda veya ilaçta var olan kuvveyi bizzat mutlak bilinç olan hakikatinden çekip getirerek, bedenini ayakta tutabilir. Kışın soğuğa karşı sıcak üretebilir. Güçlerindeki kaynağın ruhani tekâmül ile kendilerine yansıyan Allah’ın kudretinden geldiğini fark ettikleri için, günlerce yemeksiz ve susuz bağlamalı oruç tutan zevatları tarihin derinliğinde sessizce geride bıraktık.

Bilelim ki tüm gücümüz sadece Allah’tan gelmektedir. Allah bizde kuvvet ve kudretini izhar etmezse, yediğimiz yemekten herhangi bir güç alamayacağımız gibi, içtiğimiz ilaçla da herhangi bir şifaya kavuşamayız.

Dünya sebepler dairesi olduğu için, biz gücümüzü sebeplerden sanmışız. Oysaki Allah ile beraber başka herhangi bir ilah/tanrı mevcut değildir. Sebep ile dahi elimize geçen her şey, Allah’tan gelmiştir. Allah dilerse, sebepsiz bir şekilde de istediğini yaratma ve oluşturma kudretine sahiptir.

Bu ayette kitabı okumanın temel şartı olarak imandan hemen sonra namazdan söz eder. Salât/Namaz kılmak, İslam olmak için temel şarttır. Salât/Namaz, hakikati Muhammedi olan kitabı okumamız için yani hissetmemiz için, bizi ğaybımızın hakikatinde derunlaştıran ve iman ettiğimiz hakikatte aktifleştiren temel prensiptir. Namazı hakkıyla kılmakla göremediklerimizi yaşam alanımıza koyup ona göre gerekli eylemleri yapmaya başlarız.

Yolculuğa çıkmadan önce gidiş rotasını çizmek gereklidir. Çünkü rotasız varılacak bir mekân olmadığı için de, aynı yerde dönüp durarak bocalanır.

İşte onun için de namazın ikamesi yani namazdaki huşuda kalmamız ve bunu yaşamın her anında hissetmeye çalışmamız, bizi imanın hakikatine götüren, yani bize rotamızı çizdiren temel esas olmuştur.

Namazı hakkıyla kılmayanın hem tüm yaşantısında bununla hemhal olmayanın ise, elde edeceği bir hâsılat olamayacağı gibi, ulaşacağı bir nasibi de olmayacaktır.

Bizi kitabı okumaya götüren üçüncü temel prensip ise, Allah’ın kendisine rızık olarak verdiğinden infak etmektir. Ama bu infakı yaparken, kendimizi aradan çıkararak verdiğimizi Allah adına verip, hemencecik verdiğimizi unutmalıyız. İşte bizi imanın derununa indirip Allah’ın kitabıyla ve hitabıyla hemhal eden haslet bu şekilde yapılan infaktır.

Çünkü hakikatte veren sen değilsin, veren Allah’tır. Allah senin gönlünden sende yarattığı vericilik meleğini çekip alırsa, hiçbir şey veremez olursun. Onun için infak ederken, bencillikten arınmak için kendi adımıza değil de, Allah adına infak etmeliyiz. İşte bu infak, bizi kendi nefsimizin hakikatini okumaya götürecektir. Öylece infak, bizi hakikati Muhammediyeye götürecek ve aslımızı bize hissettirecektir.

Ama kişi yaptığı infakı kendi adına yapıp o verdiği infakı sahiplenirse, işte bu veriş kişiyi arındırmayacaktır. Hatta hatta daha çok bencilliğe sokacaktır. Çünkü infak yaptığı kişilere karşı beklentiye girecek, gereken beklentiyi göremeyince ise, işte bu hal; onu daha çok üzecektir.

Sahiplenerek ve kendimizden bilerek verdiğimizde, açık veya kapalı bir karşılık beklediğimiz için, bu verişimize karşılık bulmadığımız zaman, bizi daha çok stres ve sıkıntı saracaktır.

İnsan, gerçekte çok unutkan olduğu için, nimete erdikten sonra, nimetin geldiği noktayı unutur. Böylece kendisine iyilik yapan insanları unutuverir. Kendisine iyilik yapılan kişiler, genelde kendisine iyilik eden insanlara karşılık vermezler. Çünkü kendilerine yapılan iyiliği çoktan unutmuşlar ve yeni yeni ihtiyaçları doğmuştur bile.

Bunu gören infak sahibi kişi ise; yani yaptığı infakı hemencecik verdiği anda unutmayan ve mutlak sahibin Allah olduğunu hatırında tutmayan kişi ise, ya üzülür veya iyilik yaptığı insanların gıybetini yapmaya başlar.

İşte bu şekilde yapılan infak kişiyi arındırmadığı gibi, hem daha çok günah yüklenmesine neden olur. Gıybetin günahı malum, verdim bir teşekkür bile yok der ve sonra kendine yazık eder.

Dolayısıyla Allah tarafından bize verilen rızıklardan Allah adına infak edip namazlarımızı dosdoğru kılarsak, beş duyu ile göremediğimiz hakikatimize hakkıyla iman ederek özümüze nazar edersek, ümmül kitap olan Allah’ın değişmez kitabını okumaya başlarız.

BAKARA SURESİ 4. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
وَالَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَۚ وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَۜ

AYETİN OKUNUŞU:
Velleżîne yu/minûne bimâ unzile ileyke vemâ unzile minkablike vebil-âḣirati hum yûkinûn(e)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Hem kitabın içeriğine muttali olanlar şu kimselerdir ki; kendileriyle nazil olana ve kendilerinden önce nazil olana iman ederler, hem de onlar ahiretlerinde yaşamın var olduğuna da tam ikna olmuşlardır.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Allah’ın kitabını okuyup içeriğine ulaşmamız için gerekli olan bazı şartları yerine getirmemiz gerekir. Öyle yerinden kalkan herkes, gerekli şartları yerine getirmeden bu muazzam kitabı okuyamaz. İçindeki ayetlerin satırlara dökülmüş metnini okusa da, yüzeysel olarak orada yazılı olan metni gördüğü halde, ayetlerin içeriğine muttali olamaz.

Bundan önceki ayette belirtildiği gibi kitabın içeriğine ulaşılması için, öncellikle ğayba iman edip şirkten arınması ve kendi düşünce dünyasının içeriğini, kirli düşüncelerden arındırıp tertemiz etmesi gerekir. Kur’anın içeriğini bizzat seyir etmek için, bürünülmesi gerekli olan şartları yerine getirmeliyiz. Çünkü bürünülmesi gerekli olan şartları yerine getirmediğimiz takdirde, kitabın içeriğini doğru okuyamayız. İçeriğini doğru okuyamadığımız zaman da, ayağımız kayar.

İşte içinde kesinlikle şüphe olmayan ve fil hakikat doğru olan kitabı bizzat okumak için yapmamız gereken öneriler, önceki ayetin devamı olarak bu ayette de şu şekilde sıralanıyor;

Kitabın içeriğine muttali olan muttakiler şu kimselerdir ki, kendileriyle nazil olana ve kendilerinden önce nazil olana iman ederler. Hem ahretlerinde de yaşamın var olduğuna tam ikna olmuşlardır.

Yüce Allah biz kullarını severek yarattığından, hem mükemmel olarak yaratıp her türlü nimetle donatmış, hem de doğru yolda kalmamız için gerekli olan yaratılış ilmimizi bizlere ulaştırmıştır. İşte kitabımızı doğru okumak için Allah, gerekli olan şartlarını bizlere şöyle sıralıyor;

İlk sırada ğayba imanı şart koşmuştur. Böylece bizi aklın kısır döngülerine esir etmeyip, aklın sahip olduğu sınırların çok ötelerine uzanmamızı isteyerek, hayallerimizin çok ötelerine odaklanmamızı sağlamıştır. Yani aklın mevcut verilerle kapsama alanına koymasının mümkün olmadığı verileri, Allah tarafından peygamber olarak gönderilen Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimize tam bir teslimiyetle, o demişse doğrudur diyerek, yapılan tebliğe boyun eğip, kendisine tebliğ edilene göre bir yaşam tarzına bürünmektir.

İkinci şart, salâtta/namazda kalmak, yani vücut belli başlı konumlarda iken, o konumlarda insanın ruh dünyasına yansıtılması gerekli olan prensipleri uygulamak. Yani erişilmesi gerekli olan düşünsel alanları canlandıran duaları hissederek okumak ve bu okuduklarını tüm yaşamında zihnen devam ettirmektir.

Rabbimiz bu gerçeğe işaret için ayeti kerimede “yukimunessalete” diyor. Ama “yusallune” demiyor. Eğer ki yusellune denseydi, namazımız seccadede niyetten selama kadar ki amellerle sınırlı olurdu. Selamdan sonra ise, namazın verdiği ruh halini devam etmemiz istenmeyecekti.

Üçüncü şart ise, eline rızık olarak verilen şeylerden hiçbir karşılık beklemeden insanlarla paylaşmak.

İşte diğer şartları ise, bu ayet açıklıyor; şöyle diyor rabbimiz, üzerlerine indirilene iman ederler, bir de onlardan öncekilere inene iman ederler, hem ahrete de yakin halde iman edenler, kitabı okuyabilirler, sonra takva ehli olurlar.

Burada iki sır vardır ki çoğu defa farkında bile değiliz. Ayete iyi bakın, “B-ima ünzile ileyke”, B harfi var, bir de “B-ilahireti” B harfi var. İmanın şartlarını sayarken ahirete iman dediğimizde, kelimenin başında B harfi yok. Sadece Allah ve kader dediğimizde B var. Ama bu ayette ahret dediğinde, hemen başında B ب harfi vardır.

Öncellikle bu ayetten ilk anlaşılan ve tüm müfessirlerin kabul etmiş olduğu anlam üzerine, üzerimize nazil olan Kur’ana iman etmek, hem de Kur’andan önce nazil olan Tevrat, İncil, Zebur ile ilk zaman resullerine inen ve yüz adet sahife olarak tanıtılan kitaplara iman etmektir.

Bunun bize kazanımlarından biri şu olacaktır; yeryüzünde var olan insanlığın sahip olduğu bilgi serüveninde ilahi elin, elin olduğu ve dünyanın dört bir yanında karşılaştığımız dini ritüellerin aslında ilahi vahye dayandığı gerçeğidir.

Lakin yapın ibadet ritüellerinde ve itikattaki sapmalardan ulaştığımız gerçek şu olur ki; işlemekte oldukları ritüellerden yaptığımız ritüellere benzerlikten doğan kafa karışıklığın bizim inanç dünyamıza artık zarar vermeyeceği hususudur.

Zira ibadetlerde herhangi bir dindeki kişilerde var olan ibadetin şekli hususundaki benzerlikte hemen deriz ki; demek ki Allah tüm insanlığa dininden haber vermiş, lakin Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin öğretisi başkalaşıma uğramadığı için, dünya üzerindeki halklarda gördüğüm ve yaptığım ritüellerle olan benzerliklerde, demek ki şu şu amel biçimleri başkalaşıma uğramış ve Allah vahyinden sapmalar olmuştur. Öylece gerçeğin dışına itilmişlerdir.

Örneğin Yahudilerde olan ibadet benzerliğinde hemen deriz ki; demek ki Hz. Musa aleyhisselama gelen vahiy orijinal İslam iken, lakin tarih içinde başkalaşım oluşmuş ve ibadetlerinin şu şu yerlerinde bozulmalar oluşmuştur.

Ayrıca burada kafamıza takılan bir soru da şu olabilir; “Niye iman ederiz” dersek, “inandığımızı uygulamak için” dersiniz. Peki, uygulama alanımıza girmeyen bir şeye iman ettiğimizde, bu iman bize ne katacaktır? Elbette, Kur’ana iman etmek zorundayız ki, onunla amel edelim.

Ya önceki peygamberlere inen kitaplara iman etsek, o kitapları nereden bulup da amel edeceğiz. Öylece o kitaplar da bize bir şey katsın. Eğer o önceki inen kitaplara ulaşamayacaksak ve o kitaplar bize bir şey katmayacaksa, o zaman önceki kitaplara iman neden şart koşulmuştur?

Elbette Hz. Musa aleyisselama Hz. İsa aleyisselama Hz. Davud aleyisselama ve diğer tüm resul ve nebilere iman ediyoruz. Tümü Allah’ın resulleri ve nebileri hem de getirdikleri kitaplar hak olarak Allah’tan nazil olmuş ve biz buna iman etmişiz.

Peki, bu ayetteki incelik ne? Hem niye takva sahibi olmayı bu imana bağlamış?

Şimdi bu ayet hakkında farklı bir bakış yapalım; burada inen kitaptan açıkça bahsedilmiyor. Burada rabbimiz; “Bi mâ ünzile ileyke” diyor. Cümlenin hemen başında Bب harfi vardır. Bب harfinin anlamını cümleye kattığımız zaman ise, karşımıza şöyle anlam çıkar; ey insan evladı fark et ki, tüm yönleriyle üzerine nazil olan şeylerin, Allah’ın güç ve kuvvetiyle olduğu hakikatidir.

Hem, bizden önce yaşayan tüm insanlarda da zuhur eden her şeyi, üzerlerine bizzat indiren yani yaratan ve insanlardan açığa çıkartan da bizzat Allah’tır. Öylece bizde oluşan her şeyin Allah’tan geldiğine iman edeceğiz.

Sonra “Bil ahireti” diyor. Dikkat edin ki başında B ب harfi vardır. Yukarıda yazmıştık ki, imanın şartlarını sayarken, ahrete iman şartında kelimenin başında B ب harfini katmadan söyleriz. Ama burada B ب harfi vardır. O zaman bu ayrı bir kavramdır.

“Haydan gelen hu ya gider”, yani Hay olan Allah’tan gelen hu isim zamiriyle mutlak zatına işaret edilen ve kendisini bize Allah olarak tanıtan mutlak güç ve kuvvet sahibine geri döner.

İşte bu ayette bize idrak ettirilmek istenilen mutlak gerçeklik, bizde ve bizden öncekilerde nüzul eden her şeyin Allah’tan gelip, sonra da Allah’a geri gittiği hakikatidir.

İşte bu inançla yakinen yaşayan kişi takva ehli olur. Nefes alır “Allah’tan geldi” deriz, Nefes verip “Allah’a gitti” deriz. Dün yaşadık, dün nereye gitti? Az düşünün dün nerede kayboldu? İşte her anımız öyle…

Bu dördüncü ayet takvayı oluşturan ana ayettir. Kişiyi Ayık tutar.

Bakın şunu da diyeyim; Müfessirlerin anlatmış olduğu anlamlar da her biri kendi açısından kesinlikle doğrudur.

Şimdi bu yeni anlatımla biz bu ayetten kendimize de pay çıkarıyoruz. Yoksa sadece inen kitaplara iman olarak anlarsak, kendimizden neyi zuhur edeceğiz. Zaten ikinci ayette, bu kitap diye bir hitap vardı. Kitaptan gaye de M م deki hakikati muhammedi olduğunu yazmıştık. Bu bağlamda dördüncü ayete bakarsak, bir sırrın ayan beyan olduğunu fark edeceğiz.

İlk dört ayet üzerinde az tefekkür ettik. Hidayete götüren kurallara baktık. İlk kural, ğayba imandı. İkinci kural, namaz kılmaktı. Üçüncü kural, Allah’ın verdiğinden infak etmekti. Dördüncü kural, kendindeki tüm güç ve kuvvetin Allah’tan nazil olduğunu seyir etmekti. Beşinci kural, kendinden önce başlayıp içinde olduğu ana kadar ki tüm olan oluşların da Allah’tan geldiğine inanmaktı. Altıncı kural ise, tüm dönüşlerin Allah’a olduğunu yakinen seyirdi.

Evet, bu altı ana kuraldan sonra beşinci ayet mührü basar ve şöyle der;
BAKARA SURESİ 5. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
اُو۬لٰٓئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

AYETİN OKUNUŞU:
Ulâ-ike ‘alâ huden min rabbihim(s) ve ulâ-ike humu-lmuflihûn(e)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Gerekli takvaya bürünüp hidayet kaynağı olan kitabı okuyanlar, rablerinden kendilerine ulaşan bir hidayet üzerindeler ve umduklarına erenler de onlardır.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
İşte onlar, yani yukarda saydığımız altı tane değişmez kuralı zapt eden kişi, rabbinden bir hidayet üzerinedir.

Baksanıza ayete, rabbinden bir hidayet üzerindedir diyor. Kur’anın her kelimesi değişmez bir kuraldır. Eğer yukarıdaki altı şartı uygularsak, rububiyet alanımız, yani yapımızı oluşturan esma bileşimimizin donanan nakşı, nimete erenlerin vaziyetine bürünür ve o zaman biz, iflah olanlarla beraber oluruz.

Bakara suresinin bu ilk ayetlerindeki dördüncü ve beşinci kuralı kişiyi tam özgür eder. Tümüyle Allah’a kulluğu hissettirir. Hele altıncı kural, tüm korkuları yok eder. Dönüşüm rabbime ise, korkum neden der ve kişi süper güç sahibi bir insan olur.

Beni yaratmışsa ve tüm güçler ondan geliyorsa, bana sahip çıkacaktır, der. Kalbi mesrur eden huzur kalbine iner. Ama dördüncü ayeti sadece peygamberlere inen kitaplara has edersek, bu manaları yaşam alanımıza sokamayız.

Bu ayetleri az tefekkür ettiğimizde, zaten verilmek istinilen mesajları seyir ederiz. Zira Kur’an, Âlemlerin rabbi tarafından nazil olmuştur. Onun için de sonsuz anlamlar ihtiva eder. Kendimizi sadece bir anlamla kayıtlarsak, deruni manalara dalamayız.

Şunu notu da ekleyerek ilk beş ayeti noktalayalım; daha önceki tüm anlatım ve tefsirler başımızın tacıdırlar. Bizden önce yaşayan tüm ilim erbabının Allah’ın ayetlerinden çıkardıkları manaların yanında, biz de bu ayetler üzerinde az tefekkür edelim dedik. Daha önce bunu duymamıştım deyip kendimizi kayıtlamadan, ayetlerin vermek istediği mesajları hissetmeye çalışalım. Bizler de ayetler üzerinde tefekkür edip daha derinlere dalmaya çalışalım. Ve devam eden mübarek ayetlerle anlatımımıza devam edelim. Kur’anın her bir ayeti yaşamımız olsun.

BAKARA SURESİ 6. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا سَوَٓاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ

AYETİN OKUNUŞU:
İnne-lleżîne keferû sevâun ‘aleyhim eenżertehum em lem tunżirhum lâ yu/minûn(e)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Kesindir ki, en büyük gerçeği örterek hakikati gizleyenleri, uyarsan da uyarmazsan da onlar için fark etmez, onlar iman etmezler.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Önceki ayetlere baktığımızda, içinde hiçbir şüphe olmayan Allah’ın kitabını okumak için, ayrıca bu kitabın kişiye hidayet kaynağı olması için, öncellikle iman etmenin gerekliliği söyleniyordu.

Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin verdiği huzur ortamı unutulduğundan, dünyada milyarı aşkın Müslüman olduğu halde, adeta her birinin şirazesi ayrı yöne kaymış durumdadır. Suyun üzerindeki köpük gibi dengesiz ve birbirlerine saygısız bir halde yaşam sürüp gitmektedir.

İşte en büyük sorun şu ki, bize nazil olan kendi kitabımız olan Kur’anı ve yürüyen Kur’an olan Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin konuştuğu sözlerinde, yaptığı eylem ve davranışlarında verilmek istenilen “halet-i ruhiye”yi okuyamıyoruz. Çünkü okunması için gerekli şartları yerine getirmiyor ve kitaba göre hareket etmiyoruz.

Kitabı okumak için, tüm manevi kirlerden arınıp paklanarak, öylece kitabın manasını özümüzde hissedip yaşam tarzı haline getirmek için, lazım olan altı şartı önceki ayetlerde sıralamıştık. Şimdi ise şu ayete bakalım…

Direk kâfirlerden yani gerçeği gizleyenlerden bahseder ve der ki; kesinlikle en büyük gerçeği örterek hakikati gizleyenleri uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir. Çünkü iç ayarları kapalıdır.

Burada insanın kafasına sorular takılır. Madem onlar için birdir, madem inanmazlar, o zaman onlara neden tebliğ ediliyor? O zaman neden Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz genel olarak herkese dini tebliğ etti? Olayı kavrayamayanlar tarafından neden ve niçin soruları uzayıp gitmektedir.

Neden her cuma hutbe okunurken aynı şey tekrar edilerek; Allah’ın hidayet ettiğini kimse saptıramaz, Allah’ın saptırdığını ise kimse doğru yola koyamaz diye, insanlara hatırlatılır. Bu hükme karşı da şu hüküm vardır ayette “Siz kendinizi değiştirmedikçe Allah sizi değiştirmez”. Ayetlere kapsamlı baktığımızda çok bilinmeyenli bir denklem gibi duruyor.

Sorun şurada başlıyor; İnsanlar kendilerindeki sanal benlikten ötürü, kendilerini bağımsız birer varlık görerek, sanal benliklerini reel benlik zannederek, koca koca bencilliğe bürünerek benliğini koca bir dağ gibi büyütürler. Böylece benliğimiz, dağlardan daha büyük bir vaziyet alır.

Hâlbuki bu kitap dağa nazil olsaydı, dağ paramparça olurdu. Oysaki benliğimiz dağdan büyük duruma büründüğünden gelen ilahi hitaplar tesir edemez oldu. Adeta kalbimiz taştan bile sert oldu, kupkuru olarak suyu akıtmaz oldu. Oysaki bazı taşlar çatlar ve onlardan sular akar. Öylece hayat için birer umut olurlar.

Hem Allah’ı da çok çok ötelerde koca koca bir yapı gibi düşünerek onun çok çok fazla gücü var diye tahayyül etmişiz. Kendimizi ise, zavallı ve gariban bir kul olarak addederek, bir köşede unutulmuş zannetmişiz. Sonra ağzı açık ona bakıp, onun sihirli değneğinden bir şeyler umar olmuşuz. Sihirli değneği dokunursa iman ehli olacak, dokunmazsa imansız gidecek diye de hayaller kurmuşuz.

Hem kocaman olduğunu hayal ettiğimiz ve sadece ilah/tanrı olarak kendisini sandığımız, rububiyetinden hem melikiyetinden uzak kaldığımız ve bir koskoca yapı zannettiğimiz yaratıcı, bize bir kader yazmış ve biz, o yazılan kaderi zorunlu olarak yaşayacağız diye vehmetmişiz.

Ya hu hiç düşünmemişiz ki yüz yirmi dört bin nebi, üç yüz on üç resul, yüz sahife adında küçük kitap, dört büyük kitap ve sayısız ehlullah boşuna mı geldi ve hakkı haykırdı? Oyun eğlence olsun diye mi bunca ehlullah haykırdı haykırdı haykırdı? Oyun, öyle mi?

İnsan Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. İnsan, eline verilen ilim, irade ve kudret zinciriyle Allah’ın hükmü dâhilinde istediği fiili gerçekleştirebilir. Fiillerini gerçekleştirdiğinde ise, onun yapısının mayasını oluşturan nakışsal bileşim, Allah’ın esma bileşimleri sonucu bir tutan nurunun üzerinde bir terkipsel alan meydana getirdiği için ve tümünün asli sahibi ve yaratanı Allah olduğu için, yapan Allah’tır deriz.

Seni var eden bileşkendeki bileşenlerin bileşimsel oranlarını nimete eren kişiler gibi değiştirirsen, senden açığa çıkan bakış açısı da değişir. Ortaya çıkan eylemlerin türü de değişir. Ama mutlak sahibi gene de değiş olarak Allah olacaktır. Çünkü mülk onundur ve mülkünün gayrısı bir şey mevcut değildir. Dolayısıyla eylemin dayanağı hak olacağı için, yapan Allah’tır deriz.

İşte insanın fıtratıyla uyumlu olan değişim ve dönüşüm, peygamberler tarafından bildirilen Allah’ın emirlerine riayet ve haramlarından sakınmakla gerçekleşir.

Kişi tarafından işlenilen müsbet eylemler, kişiyi tahkiki imana götürücüdür. Onun için de biz, öncellikle sarsılmaz taklidi bir iman ile amele sarılmalı, tahkiki imana ulaştırması için de, Allah’tan yardım dilemeliyiz.
İşte bu ayetin, kâfirin yani gerçeği örten kişinin kendisine yapılan ikazla asla değişmeyeceğini bildirmesinin asıl nedeni, kendisini hidayete götürecek olan esma kuvvelerininin nakşını örttüğü içindir.

Yoksa sen onlara tebliğ edip anlatacaksın, ama kocaman bir ilah/tanrı olarak tasavvur ettiğin ve rububiyet ile melikiyetinden uzakta yaşadığında Allah da onları engelleyecek ve onlar da iman etmeyecek, anlamında değildir.

Yani Allah, Resulüne diyecek ki, git onları uyar iman etmeleri için gerekli çalışmayı yapsınlar. Ama arka planda onların iman etmelerini engelleyerek onları cehenneme atacak diye bir düşünce planı, İslami bakış açısı değildir. Ayrıca bu ikilem kadar saçma bir düşünce yapısı da olamaz.

Kâfir, örten veya gizleyen demektir. Kişide imanı doğuran Hadi ve Mü’min gibi doğru yola erdirici esmalar örtülmüş ve hatta hatta çürümeye terk edilmiş ise, o kişide Mudil esması yeşerir.

Mudil ismi de Allah’ın esmalarından bir isimdir ki; hidayete erdiren Allah olduğu gibi, küfre düşüren de Allah oluyor. Ama Mudil ismi doksan dokuz esma içinde olmayıp, kişi müsait olduğunda, kişiye özgü açığa çıkar.

Doksan dokuz esmalar ise, kişinin öz malı olup her insandan çalışma ve yönelimine göre ayrı ayrı sudur eder. Zaten zikirlerde de doksan dokuz esmanın dışındaki isimleri zikir olarak kullanmayız. Ama duanın yapılış tarzına göre doksan dokuz esma içinde olsun veya olmasın, yakarışlarımızda kullanabiliriz. Tüm varlığımız onun ilminde olup ilmi bir suretten öte değildir. Zaten onun ilmi her şeyi kuşatmıştır.

Mü’min veya Hadi esmaları ile işaret edilen manalar da Allah’a ait olduğu için sen, sana verilen ilim, irade ve kudret ile nimete erenlerin nurunu kendinde yeşert ki imanın yeşersin ve söylenen söylemler sana fayda versin. Çünkü tüm varlığın onun senle zuhur ettiği kendi manalarının bileşkesinden başka bir yapı olmadığı için, hidayeti veren gene Allah oluyor. Allah hidayet vermezse, yani kişinin özünden Hadi ve Mü’min gibi isimlerle işaret edilen manalar kişinin bireyselliğini oluşturan nakış bileşiminde açılmazsa, dışarıdan istediğin kadar uyarsan da, kişi genede iman etmez. Çünkü onun özü yol vermiyor ki iman oluşsun.

Bizler, peygamberler vasıtasıyla bize bildirilen Allah’ın emir ve yasaklarına uyarak, nafile ibadetlerle ve zikirlerle bünyemizi güçlendirerek, ayrıca insanlara sırf iyilik ederek ve herhangi bir yaratılmışa bir kötülüğün ulaşmasına engel olarak, içsel bileşkemizi nimete eren kişilerin bilinci gibi tasarımlandırırsak, işte o zaman Allah’ın bizde hidayeti oluşturduğuna bilfiil şahit oluruz.

Yani takliden iman ile amele başlayıp imanımızı tahkike dönüştürürüz. Yoksa dışarıdan hiçbir insanın telkini bizi etkilemeyecektir. Unutmayalım ki, insanların bize şefaati yani yardımı, bizdeki açılım kadardır.

BAKARA SURESİ 7. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْۜ وَعَلٰٓى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌۘ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ۟

AYETİN OKUNUŞU:
Ḣatema(A)llâhu ‘alâ kulûbihim ve’alâ sem’ihim(s) ve’alâ ebsârihim ġişâve(tun)(s) velehum ‘ażâbun ‘azîm(un)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
İmanın yolunu amelleriyle kendilerine kapattıkları için, Allah’ın mührü onların kalplerinin, duyumlarının ve görmelerinin üzerinde vardır. Bu mühür onlara perde olmuştur. Ve büyük azap onlar içindir.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
İlk altı ayet önümüze bir harita koydu ve bu haritadaki yerimize baktık. Öylece ruh halimizin konumunu tespit ettik. Sonra bu ayette verilen mesajla ve verilmek istenilen mana içeriği ile sanki “sırra kadem bastı” türünden bir başlangıçla başlıyor.

Ayetler arasındaki bağlantı ve verilmek istenilen ana ruh anlaşılmadığı için, bu ayetin ilk kelimesi de bir türlü anlaşılmıyor. “Allah kalplerine mühür vurdu” diye başlıyor. Eğer Allah mühür vurmuşsa, o zaman Allah’ın elçileri tarafından neden tebliğ yapılır? Bunun gibi birçok soru da tatmin edici bir cevaba da ulaşılmaz. Bu konudaki tüm sorular, Allah’ı ve Allah’ın dinini, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin açıkladığı gibi öğrenemediğimizden soruluyor.

İnsanların geneli, Allah’ı makro veya mikro planda dışsal kocaman bir ilah/tanrı gibi düşünüp onun rububiyet ve melikiyetinden uzakta yaşadıklarından, kendilerini tümüyle müstakil bir vücud sahibi zannederler. Onun için de kafalarına takılan sorular bir türlü bitmez.

İşte olayı tam olarak idrak edememenin asıl nedeni, Allah’ın rububiyetinden ve melikiyetinden yoksun yaşayıp, sadece ulûhiyeti ile onu anlamaya çalışmaktır. Bunun getirisi de, her şeyimizle zihnen dışsallıkta yaşayarak hakikatimize vakıf olamadan geçip gitmemizdir.

Her bir insan bizim gibi bir sanal benlik sahibi olduğundan, Allah’ı da hemen tümüyle kendimizden uzakta dışsal bir güç olarak addedip karşımızdaki sanal benlik sahibi insanlar gibi, onu da karşımızda yer alan bir koskoca benlik sahibi gibi düşünürüz. Rububiyetini ve melikiyetini kulak ardı ettiğimiz için de biz ile Allah’ı, yani her birimizi ayrı mekândaymış gibi hayal ederiz. Ve Allah’a da zımnen de olsa, kendi dünya anlayışımız içinde biz ve onu düşünerek ve öylece de bir yargıya vararak, dile getirmekte usansak bile, gene de zımnen ona mekân tayin ederiz.

Oysaki O, bize şah damarımızdan daha yakın olup, her yönümüzle tüm varlığımız onunla kaimdir, yani varlık almıştır.

Her ne kadar Allah için mekân yok desek te bilincimizin arka planında, o ayrı yerde ve bizler ayrı yerdeymiş gibi tasavvurlar içinde olduğumuzdan, olayın künhüne eremiyoruz. Sonra da Onun benliğini daha fazla güçlü addedip kendimizi de daha az güçlü zannederek iki ayrı güç zannederiz.

Hatta hatta iki değil, her can alan varlığı bir mutlak benlik sahibi zannedip Allah’ı da öyle ama daha daha güçlü ve tapınılası bir varlık olarak zannederiz. Hâlbuki Allah, kendisine kulluk edilesi mutlak Rab’dir.

Sonra da başlarız patinaj yapmaya ve Allah kalbime mühür vurmuşsa, suçum ne diye sayıklarız.

Allah denildiğinde, mutlak ve biricik kuvvet sahibi ve yegâne mutlak benlik olduğu müşahede edilirse, insanın bu mutlak kuvve ile kaim olup, bu mutlak kuvve tarafından ilmen kuşatılmış ve bir sanal benlikle var edilen izafi bir varlık olduğu seyredilir.

Kişinin özünde olup kendisini hidayete götürücü, Allah’ın kendisine, kendisinden yüklediği manaları yeşertecek çalışmaları yapmadığı için, özünde olup mutlak huzura götürücü kuvveleri kapanır veya kapalı kalır.

Mutlak kuvve sahibi olan Allah, her bir insana sanal benlik vererek ayrıca ilim, irade ve kudret hasletlerini de bahşederek, gerekli çalışmayı yapabilmesi için hükmü dâhilinde özgür bir hürriyet vermiştir. Bu hürriyet ile kişi, özünden fışkıran ve kendisine sonsuz güzellikleri yaşatacak kuvveleri yeşerte de bildiği gibi, çürüte de bilir de. Çürüten kişinin basireti kapanır, algılaması kilitlenir ve imanın kabul merkezi olan ve akıl ile paralel çalışan kalbi mühürlenir ki, artık bedensel tatminler peşinde koşturup durur.

Oysaki Allah, ey kulum özgürsün demiştir. İşte bu özgürlük noktasında bize huzur verecek çalışmaları yapıp yaratım fıtratına uygun kuvveleri özümüzde yeşertmeliyiz. Yoksa aksine kuvveler yeşerecektir. Fıtratın aksine yeşerecek her husus, bizi dünyada huzursuz ettiği gibi, sonsuz yaşamda da azaba düçar edecektir.

İnsan, Allah’ın emanetini taşıdığı için, insan da Allah’a ait tüm kuvveler aslı bir şule nur olan varlığının üzerinde nakışlar şeklinde dokunarak tohumlar misali, her insanın bilincinde gizlenmiş haldedir. Dolayısıyla nimete erenlerin nuruyla kendimizi aydınlatamazsak, gazaba uğrayanların yolu ile şaşıranların narı bizde uyanacaktır.

Tüm kuvveler de Allah’a ait olduğu içindir ki, Allah mühür vurdu deriz. Kişinin bilincinde var olan tüm kuvveler Allah’a boyun eğmiştir ve insanın istifadesine sunulmuştur.

İşte insana ruhumdan üfledim dediği nokta da bu noktadır. Öylece sonsuzluk nazariyesi ile süslemiştir.

Gerekli çalışmayı yapmadığında mühür vuran Allah olduğu gibi, gerekli çalışmayı yaptığında açan da, gene bizzat Allah’tır.

İşte ayet buna işaret eder ve der ki; Allah kalplerine mühür vurmuştur, görmelerine mühür vurmuştur, duymalarına mühür vurmuştur ve perde vardır üzerlerinde.

Dikkat edin ki, perde vardır diyor. Bakınız, o kuvveler onlarda var ama ilim, irade ve kudret zincirini çalıştırmayıp o kuvveleri toprak altında bırakarak gizlemiştir.

Sonra Allah der ki, dolayısıyla büyük azap onlar içindir. Artık Allah’ı sadece bir ilah/tanrı olarak görmeyip, mutlak rabbimiz ve mutlak melikimiz olarak da bilelim. Hem de yegâne ulûhiyet sahibi olarak görelim. Çalışalım ki tüm perdelerden ve mühürlerden kurtulalım.

BAKARA SURESİ 8. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللّٰهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِن۪ينَۢ

AYETİN OKUNUŞU:
Vemine-nnâsi men yekûlu âmennâ bi(A)llâhi ve bilyevmi-l-âḣiri vemâ hum bimu/minîn(e)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
İnsanlardan bazıları derler ki; biz de Allah’la kaim olduğumuza ve son günle beraber olacağımıza iman ettik. Oysaki onlar, gereken itikat ve amele bürünerek iman etmemişlerdir.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Kur’an, insandan okunan Allah’ın düzeninin tümünü anlatır. Kur’an, insanın kurulmuş olan düzenle bütünleşmesini sağlamak için, bizzat düzeni yaratan Allah tarafından bildirilmiştir. Tüm nebi ve resullerden yani peygamberlerden her biri, bu bütünleşmenin nasıl oluşabileceğini ulaştıkları kişilere bilfiil yaşayarak anlatmışlardır.

İşte Kur’anın sunumu, insanlığın yeryüzünde son bulmasına kadar devam edecektir. Peygamberlerin varisleri olan gerçek âlimlerde insanlığın yeryüzünde son bulmasına kadar, insanların içinde bulunup onlara gereken açıklamayı bilfiil yaşayarak göstereceklerdir. Bunlara Yasin suresinin 21. ayetinde şöyle işaret edilmiştir; “sizden bir ücret istemeyenlere ve dünyalık bir beklenti gözetmeyenlere tâbi olun ve destekleyin. Çünkü onlar hidayet ve istikamet üzeredirler”.

Allah’ın yaratmış olduğu düzenin gerektirdikleriyle bütünleşmesini tamamlayanlar, yani sevabı günahından ağır basanlar hiçbir sıkıntı çekmeden kurtulacaklardır.

Allah’ın yarattığı mutlak düzen ile bütünleşmesini yarıda bırakanlar, yani iman ile öldükleri halde günahkâr olanlar, günahlarının kirinden kurtulana kadar sıkıntı ve istirap çekeceklerdir.

Allah’ın yarattığı mutlak düzeni umursamadan heva ve heveslerine tabi olup öylece dünyadan imansız olarak ayrılanlar ise, geride kalarak sonsuz mutluluğu yaşatacak olan mekâna ve cemalullaha ulaşamayacaklardır.

Biz Kur’anın ayetlerinden sunduğumuz esintileri, Bب harfinin başında geldiği kelimeye kattığı anlam çerçevesinde yapıyoruz. Zaten olaya düz mantıkla bakan sayısız yazım mevcuttur ki, bir yenisini eklemeye de gerek yoktur. Olaya, özüyle hemhal olarak bakan ve insanların Allah’ın düzeniyle bütünleşmesini sağlayan bakış açıları yok denecek kadar azdır.

İşte bu ayette de rabbimiz, Bب harfinin kelimeye kattığı anlam çerçevesinde bizi uyarıyor ve diyor ki, insanlardan bir kısmı Allah’a ve son güne iman ettik derler. Ama gözden kaçırdıkları bir nokta vardır ki, o da gereği gibi iman etmemiş olmalarıdır. Çünkü gereği gibi iman, Bب harfinin kelimeye kattığı anlamı kendi yaşam alanında tatbik etmekle gerçekleşir. Bu da hem düşünce planın da, hem de amel konusunda gerekenleri yapmakla oluşur.

Bize verilmek istenilen mesajı daha iyi anlamamız için dördüncü ayette geçen, “B-il âhireti” hakikatini hatırlayalım. Bakın aynı tabir burada da var. Niye özellikle “Allah’a iman” ile “son güne iman” Bب harfinin kelimeye kattığı anlam kapsamınca ve yan yana zikredilmiştir?

Özümüzde var olan tüm kuvvelerin Allah’tan geldiğine ve Allah’ın kuvvelerinden kendimizde işlenilen nakışlar nedeniyle zuhur ettiğimiz veya yaptığımız hatalarla zuhurundan mahrum olduğumuz hakikatin yanında, insanlar arasında oluşan hak alış verişin zaman diliminin son bulacağı kıyamet gününde, gereken tüm rötuşları yapmak suretiyle hakkın sahibine verileceğine iman ediyorsun.

İşte bu iman ile kişi, artık tümüyle amele yönelmiştir. Demek ki amelden geri kalan kişiler, Bب harfinin kelimeye kattığı anlam kapsamınca Allah’a ve son güne iman etmemiştir.

Burada şu gerçeğe de değinelim; kıyamet günü dahi bir günken, kıyametten sonra gün ay yıl yani zaman mefhumu sona erecektir. Artık cehennem veya cennet yaşamı başlayacak ve zaman durdurulacaktır. Kişiler artık “an”ın zevki veya “an”ın azabıyla meşgul olacaklardır. Artık kişi, dünya safhasından son gün olup kıyamet günü olarak bilinen güne kadar açığa çıkartıp ve kullanımına soktuğu tüm amelinin kuvveden fiile çıkış marifetini veya mahrumiyetinin azabını yaşayacaktır.

Ayette ki son kelimeye bakalım. Bب harfinin kelimeye kattığı anlam kapsamınca iman edilmediğini söyler. Yani imanları şöyledir, Allah bir ilah ve güç sahibi olarak ötelerde bir yerde durup bizi yaratmış ve buraya atmıştır. Zaten o çok büyük olduğu için, bize de ihtiyacı yoktur. Biz ne işlersek kendi kuvvetimizle yapacağız.

İşte gereği gibi iman etmeyenler şöyle düşünerek, nasıl olsa ahiret günü geldiğinde Allah beni affedecek kuruntusuyla savrulup et kemik bedenin dürtüleriyle beslenerek günlerini geçirirler. Bu ayetlerde geçen hakikatleri anlamak için, amellerde yoğunlaşmak gerçekten çok önemlidir.

Şu hususu da belirtelim; genelde kıyamet günü ile ahiret gününü bir birine karıştırıyoruz. Kıyamet günü tüm varlıkların bir arada kıyam ettikleri yani bir araya geldikleri ve hatta ki, boynuzlu koçun boynuzsuz koça vurduğu boynuzun karşılığını alacağı müthiş zorluğu olan ve halkın “Allah’ım gideceğimiz cehennem dahi olsa, bizi artık bu haşr meydanından kurtar” dedikleri dehşet zorluğu olan ve süresi bin yıl olan gündür.

Ahiret günü ise genel tabirdir. İçine kıyamet gününü de aldığı gibi, kişinin bir sonraki haline de işaret eder.

İşte bu ayette dikkat edersek; insanların bir kısmının Bب harfinin kelimeye kattığı anlam kapsamınca Allah’a ve ahiret gününe iman etmediğinden bahseder. Yani kendisinden tecelli eden tüm gücün ve kuvvetin Allah’tan geldiğine tam ikna olmadığı gibi, yaptığı eylemlerinin sonucunu da sonraki anda karşısına çıkmayacak gibi davranır. Öylece gözü hep dışarıda olup birilerinden bir şeyler bekleyerek ömür tüketir.

Oysaki Allah kendi gücünü kişide, kişinin varlığını dahi kendisiyle kaim edip var ettiği kendi esma kuvveleriyle husule getirerek yaratmıştı. İşte Bب harfinin kelimeye kattığı anlamdan mahrum olarak olaya bakanlar, çevresinin dilencisi olup Allah’ı hiç tanımadan, kula kul olarak dünya günlerini tamamlar. Ve bedeninin ölüm anında ise, büyük sukut-i hayale uğrayarak yaşamının cehenneme dönüştüğünü seyir ederek can verirler.

Burada iki bakış söz konusudur. Kişi ya kendisindeki gücün farkına varır ve sadece amelinin karşılığının kendisine kavuşacağını bilerek yaşayarak hayatını sürdürür. Veya dışsal objelerden veya hayali bir tanrıdan bekleyip durarak yaşar. Öylece bir dilenci halinde hayatını sürdürür. Her iki husus da hatalıdır.

İnsan tüm güç ve kuvvet sahibi olarak Allah’ı bilecek ve kendisindeki gücün ve kuvvetin sahibi olarak da Allah’ı bilecek ve öylece kendisinde var edilen kuvveden yola çıkarak mülkün sahibi olarak Allah’ı bilip amellerde bulunacak. Ve bilecek ki kendisine sadece çalışmasının karşılığı verilmiş olarak bir hayat planında yer edinmiştir.

Yoksa kişi kendindeki gücün farkına varır ve sadece amelinin karşılığının alacağını bilerek ve öylece yaşayarak hayatını sürdürüp bu gücü ve kuvveti de kendi malı ve hâsılatı olarak bilirse, işte o zaman şirke girmiş olur ve ahrette zarara uğrayanlardan olacaktır.

Bب harfinin kelimeye kattığı anlam kapsamınca Allah’a ve ahiret gününe iman edip, gün ve zaman mefhumunun bittiği sonsuz saadete hazırlık yaparak zamansızlığın başladığı âleme donanımlı olarak geçmeye gayret edeceğiz. Öylece ahiret gününe, yani dünya ve uzantısı olan yaşamın son halkasına, son alış verişin sevap ve günah aktarımı şeklinde olacağı son güne bir hesap bırakmayalım. Zaten kıyamet sonrası amelin mutlak karşılığının verileceği yaşantı olacaktır.

İşte ayette de “Billahi” diyerek gerekli itikada bürünülmesi dilenmiş ve “Bil yevmil ahiri” diyerek te yapılması gerekli olan amele işaret edilmiştir. Böylece günlerimizi ve içinde bulunduğumuz “an”ı kendi iyiliğimiz için değerlendirmemiz istenmiştir.
BAKARA SURESİ 9. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
يُخَادِعُونَ اللّٰهَ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُواۚ وَمَا يَخْدَعُونَ اِلَّٓا اَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَۜ

AYETİN OKUNUŞU:
Yuḣâdi’ûna(A)llâhe velleżîne âmenû vemâ yaḣde’ûne illâ enfusehum vemâ yeş’urûn(e)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Kendilerince Allah’ı ve iman edenleri kandırıyorlar. Oysaki olayın farkında olmayarak, sadece kendi nefislerini kandırıyorlar.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Bakara süresinin baş ayetleri bizim iç dünyamızı tasarım edip fıtrat ekseninde düzenlemek içindir. İçsel itikadımızı düzenlemek için, yüce Allah’ın uyarıları devam ediyor.

Bir örnekle olayın içeriğini açalım; tencere dile gelmiş ve demiş ki, kepçeye; tabanım altındandır. Hani tencere yemek dolu ya yemek pişirenin gözleri tencerenin dibini göremez; kepçe ayaklanmış hem de gülmüş tencereye ve cevap vermiş; saçmalama gece gündüz ben altta dolanmaktayım. Dibinin altın olduğunu görmedim.

Tencere misali bizler, istediğimiz kadar içim şöyle şöyle temizdir veya her şey yolundadır diyerek kendimizi temize çıkaralım, rabbimiz bizim dibimizi görüyordur. Rabbimiz dibimizde var olan her şeyi gördüğünden dolayı da bizi uyarıyor.

Hani bir olayın iç yüzünü bilen bir kişinin yanında yalan atamazsınız. Olayı bilmeyen yüz kişinin içinde, olayı bilen bir kişi bile olsa, utanırız yalan atmaya ve yüzümüz kızarır. Şimdi ayete bakalım…

Hakkıyla iman etmeyenler diyorlar ya “biz iman etmişiz”, oysaki Allah kişilerin derununa bakar ve hakkıyla iman etmeyen kişilere “sen yalan atıyorsun”, çünkü sen, Bب harfinin kelimeye kattığı anlam çerçevesinde iman etmemişsin” der.

Yani, der ki, varlığının hakikatinin Allah’tan geldiğine inanmıyorsun ve kendini bağımsız bir güç sahibi sanarak hem Allah’ı ve iman edenleri kandırdığını zannediyorsun. Aslında ne Allah’ı, ne de iman ehlini kandırabilirsin, sadece kendi nefsini kandırırsın.

Ayrıca nefsini bağımsız veya özerk bir varlık bilerek, kendi kendini helâk olmaya sürüklersin. Üstelik kendini doğru yolda sanarak, kendi kendini helak ettiğinin farkında da değilsin.

Bب sırrı der dururuz. Buna da Bب harfinin kelimeye kattığı anlam olarak beyan ederiz. Bazı kişilerden şöyle duydum; peygamberimiz Bب sırrını niye açıklamadı. Bunca kişi niye bahsetmedi de bir siz mi anladınız. Bب sırrının anlamı ayetten ayrı değildi ki ayrıca açıklansın.

Bب sırrı hakkında ilim şehrinin kapısı olduğu bilinen Hz. Ali’nin ra şöyle buyurduğu rivayet edilir : “Bil ki tüm semavi kitapların (Yüz Sahifenin, Zebur, Tevrat ve İncil) esrarı Kur’an’da toplanmıştır, Kur’an’ın tüm esrarı Fatiha’dadır, Fatiha’nın tüm esrarı Besmelededir, Besmelenin tüm esrarı ‘B’ harfindedir. ” Daha sonra şöyle buyurdu :” ‘B’ harfinin altındaki nokta benim. “ İşte burada anlatılmak istenen asıl mevzu, Bب harfinin kelimeye kattığı anlam çerçevesinde ayetlere anlam vermektir. Yoksa öyle ulaşılmaz hayallere kapılmak falan değildir. Çünkü Kur’an nettir ve açıktır.

İşte ayetlerde verilmek istenen asıl mesajların kaybolmasıyla İslam’ın derunundan uzaklaşan insanlık ve dışsallığa itilen iman ehli, suyun köpüğü gibi su üstüne çıkmaya başladı. İşte en son durum ortada ki, milyarları aşkın Müslüman âlemi, Kur’andaki deruni anlamı terk edip görsel anlama yöneldiği için, tıpkı suyun üstündeki köpük gibi ne ağırlığı kaldı ne de ehemmiyeti.

Tekrardan Kur’anın özüne inerek deruni manalarını derunumuzda hissedersek, asrısaadetteki iman ehli gibi Allah’a yaklaştıkça yaklaşırız.

BAKARA SURESİ 10. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
ف۪ي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌۙ فَزَادَهُمُ اللّٰهُ مَرَضًاۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌۙ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ

AYETİN OKUNUŞU:
Fî kulûbihim meradun fezâdehumu(A)llâhu merada(n)(s) velehum ‘ażâbun elîmun bimâ kânû yekżibûn(e)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Varlıklarının Allah ile kaim olma hakikatini yalanladıkları için, kalplerinde hastalık oluştu. Allah’tan mahrum bir şekilde yaşamaları, onların kalbi hastalıklarını arttırdı. Dolayısıyla onlar için acı bir azap vardır.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Önceki ayetler iman etmeyenleri anlatıyordu. Bب harfinin kelimeye kattığı anlam gereği olayı anlamayıp, edinilmesi gereken imandan yoksun olanları anımsatıyordu.

Bu ayete baktığımızda ise, iman etmemelerindeki sebebin, kalplerindeki hastalık olduğu anımsatılıyor. Çünkü varlıklarını Allah’tan tümüyle müstakil olarak görüp, var oluşlarının kaynağını maddi yapıya bağlayarak, kendi kendine kaim olduklarını düşünürler. Tüm güç ve kuvvetlerini maddede arar ve tatminlerini öylece oluştururlar.

Oysaki Bب harfinin kelimeye kattığı anlam gereği, kişi her şeyiyle Allah ile kaim olduğuna iman etmediğinde, kişiye mutluluk verecek prensipleri engelleyen kalbi hastalıklar, kalbin önünde bir tıpa olarak hakikatin kalbe akmasına mani olur. Öylece bilincin saf ve duru olmasını ve uyanmasını engeller.

Bب harfinin kelimeye kattığı anlam gereği içinde yaşadığı âleme bakmadığı için, düz mantıkla ayetlere bakıp deruni anlamlara dalamadığı için, işlediği her fiili kendi güç ve kuvvetiyle yaptığını düşündüğünden, kalbini manevi hastalıklar sarar.

Bu hastalıkların başını ise, hırs çeker. Haset, kibir ve ucub sırasıyla hırstan doğar. Kibir ve ucub ayrı ayrı hastalıklardır. Kibir kendini üstün görmek iken, ucub yaptığı eylemi üstün görmektir. Riya ve gösteriş ise, işte bu hastalıkların sonucu olarak beliriverir. Bunun sonucu olarak malın, şanın, şöhretin ve makamın artması için çabalar ve marifetini bu yükselmeye adar.

Çünkü öze doğru inmeyi unutup tevazünün verdiği güzellikten habersiz olduğu için, kendisini dışsallıklara büründürür. Bu kalbi hastalıkların sonucu olarak da dışsal süs ve eğlenceye meylederek tüm enerjisini bu yolda harcar.

Kalbi hastalıklardan olan başka bir hastalık ise, kendi gibi düşünenleri kutsar. Kendi gibi düşünmeyenleri ise, kınar ve hatta şuursuzca zarar vermek için elini uzatabilir. Bunun sonucu olarak fırkalaşmalar doğar. Sayısız insanın ölümüyle sonuçlanan mezhep savaşları dahi çıkabilir.

Nitekim orta doğudaki ve hatta dünyanın birçok yerindeki Müslümanlar arasında çıkan savaşların kökeninde fırkalaşma ve kendi yolunu gerçek diğerlerinin batıl olduğunu görmek yatar. Tarihte ve günümüzde çıkan mezhep savaşlarının kökeninde fırkalaşma olduğu bariz olarak ortadadır.

Oysaki ayette, fırkalaşmak kesinlikle yasaklanmıştır. Dünyanın her tarafındaki insanlar aynı olup hakikatten saptığında, bulaşmadığı kirlilik kalmaz. Çünkü düşünce sistemi kirlenmiş ve artık Allah’ın kitabına dokunamaz ve hitabına ulaşamaz olmuştur.

Kalbin diğer hastalığı olan cimrilik ve malını gerektiği yerde harcamaktan sakınıp, ama kendi hırs ve hevesleri için harcamaktan çekinmemektir. Hırs ve cimriliği sonucu zekât ve sadakasını bile vermekten çekinir hale gelerek, eli bir türlü vermeye gitmez.

Kalbin hastalığı olarak bilinen başka bir hastalıkta çok yemek yiyip şehvet peşinde koşmakla bu aziz ömrü heba etmektir.

Sonrasında ise, su-i zan edip herkesi kendi gibi bilip insanları kötü düşünmekle vakit geçirir. Yani özünü tanımak için hiçbir çabaya girmez ve tüm düşüncesi sadece dışsallık üzerine olur. Hem herkesi cahil ve bozuk yolda görüp tek doğru olanın kendi olduğunu zanneder.

Bu saydıklarımız ve daha sayamadığımız birçok kalbi hastalık, Bب harfinin kelimeye kattığı anlam gereği ayetlerdeki mefhumlara odaklanmayıp, Allah’ın gücü ile kendi gücünü tümüyle ayrı bilip, kendisini müstakil ayrı bir güç sahibi olarak addetmesinde yatar.

İşte bu hastalıklar kalbe girdi mi, kişinin gerektiği gibi iman etmesini engeller. Ve kişiyi nefsi emmareye mahkûm eder.

Bu hastalıklar ise, Allah’ın kişideki nimete erdirici sıfat ve esmaların nakışlarının zuhuriyatını kilitler. Kişi kendi sanal benliğini mutlak hissetmeye başlar. Bu uğurda yapmadığı kötülük kalmaz.

Bu hastalıklar kişinin kalbini mühürler ve azaba götürücü halleri kişinin normal yaşantısı kılar. İşte bunun için de der ki; Allah da kişinin hastalığını arttırdı. Yani Allah’ın sendeki nakşı ve dokumasının verdiği enerji ve güçle, sende var olan ve kalbi hastalık oluşturan fıtrat dışı huylar ve melekeler, senin derunundan akan ilahi kuvvelerin nazariyesiyle daha da güçlendi.

Özlerinden perdelenip dışsallıkta karar kıldıkları için de, yani özlerindeki hakikate götürücü kuvveleri inkâr edip dışsallıkta karar kıldıkları için onlara büyük azap vardır.

Bütün mesele bizde başlar ve bizde biter. Gerekli çalışmaları yaparsak, bizde nimete erenlerin açılımları artar. Arınma çalışmalarını yapmazsak, tersi manalar bizde açılır ve azaba duçar oluruz. Tüm manalar da Allah’a ait olduğu için, yapan Allah’tır deriz.

İnsan, Allah’a yeryüzünde halife olduğu için, özünde tüm kuvveler tohum olarak ekilmiştir. Allah’ın kudret eli nimete eren kişilerde olduğu gibi bizim de elimizin üstünde olsun ki arınmamız kolaylaşsın.

BAKARA SURESİ 11. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ لَا تُفْسِدُوا فِي الْاَرْضِۙ قَالُٓوا اِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ

AYETİN OKUNUŞU:
Ve-iżâ kîle lehum lâ tufsidû fi-l-ardi kâlû innemâ nahnu muslihûn(e)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Tüm varlıklarının Allah ile kaim olduğuna inanmayanlara yerde fesatlık çıkarmayın denildiğinde derler ki, bizler kesinlikle ıslah ediciyiz.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Bu ayet ile Rabbimiz ifsat edici olmaktan bizi sakındırır. Kalbi hastalıklarla bezenen kişi kendisini mükemmel sanır. Kişi et kemik bedende gözünü açtığı için, et kemik bedenin heveslerini kendi hevesleri zannedip ulaşmak için de elinden geleni yapar.

Ayrıca heveslerine ulaşmak için, türlü türlü yiyecekleri yiyip şehveti uğruna her yola başvurarak, kendi olduğunu zannettiği et kemik bedenini tatmin edici maddeleri dahi çekinmeden bedenine alır.

Kendi varlığı üzerinde kontrolü kaybettiği için de, bedenine zarar verdiği gibi çevresine de zarar verir. Daha da ileriye giderek, insanlara dahi hileyle yaklaşarak zarar verir ki, onların da malına konar ve nefsini daha çok tatmin eder.

Onlara akıllı olun nefsinize zarar vermeyin, karşılaştığınız insanlara eziyet etmeyin, çevrenizdeki doğaya zarar vermeyin dediğinizde, hani onlar hep nefislerinin tatminini isterler ya, hayır biz sadece ıslah edicileriz derler.

Çünkü onlar ıslahı kendi heva ve heveslerinin tatmini nasılsa öyle zannederler. Bu fert boyutunda olduğu gibi kolektif akıllarda da olabilir.

Onlara sorsan, derler ki biz dünyaya barış getiriyoruz. Hâlbuki en büyük ifsadı kendileri yaparak kendi menfaatlerinin alanını genişletirler.

İşte ifsat eden kişi kendisini paklarken karşısındakini de karalar. Hâlbuki Allah, hem kendisini hem de karşısındakini muhterem birer varlık olarak yaratmıştır.

Hakikatinden gaflette olanlar ise, gafletin karanlığına kapılıp kibre dalarak, kendisini muhterem ve karşısındaki kişileri aciz adder. Öylece de, karşısındaki gücü yeten insanlara ve diğer mahlûkatlara yaptığı zulümleri de reva görür.

Bu aytten bir daha ve açıkça anlıyoruz ki, insana özgür bir bir irade verilmiş ve her yaptığını da kendi adına ve hesabına yaparak bir yaşam sergiler ve sonucunu da elbette katlanır.

BAKARA SURESİ 12. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
اَلَٓا اِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلٰكِنْ لَا يَشْعُرُونَ

AYETİN OKUNUŞU:
Elâ innehum humu-lmufsidûne velâkin lâ yeş’urûn(e)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Kesinlikle uyanık olun ki, kendi varlıklarının Allah ile kaim olduğu gerçeğinden sapanlar, işte onlar bozguncudurlar, ama bunun farkında değillerdir.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Bu ayete baktığımızda ise der ki; asıl ifsat ediciler onlardır. Kalbi hastalıklarda derinleşip kendisini adeta bir tanrı gibi gören yani kendisini ilahlaştıran kişiler, kendisine verilen sanal benliği tümüyle bağımsız ve kimseyle ilişkisi olmayan bir birim gibi görerek, kendi emellerine ulaşmak için her yolu denerler.

Bu da yeryüzünde veya bedenlerinde her türlü muameleyi kendisine mubah gördürür. Bu mubah görme ise, ona her türlü kötülüğü yapma yolunu açar. İşte amacına ulaşırken kime hangi zarar dokunursa dokunsun hiçte umurunda olmaz.

Ayet bu korkunç psikolojik hastalar için der ki; dikkat edin ki asıl ifsat ediciler onlardır. Lakin büründükleri hırs gözlerini kör etmiş de bunun farkında değiller. Oysaki emellerine kavuşmak uğruna, sayısız silahlar üreterek insanları yok etmek için kullandıkları kaynakları, insanların ekonomik rahatlığı için harcasalar, dünyada mevcut olan doğal kaynaklar, tüm insanlığa yeter de artar.

Allah’ın kuvvet ve kudretini inkâr edip görmezden gelenler, her şeyi kendilerinden bildiklerinden, hangi nefsi iteklemeye maruz kalarak, egosunu tatmin etmek ve insanlar içerisinde güç gösteriminde bulunmak için, gücünün yettiği kişilerden kime saldıracakları belli olmaz.

O yüzden de, Hz. Muhammed Mustafa sallellehu aleyhi ve selem efendimiz, düşmanın silahıyla silahlanın demiştir. Zira güç gösteriminde bulunup size zarar vermek için saldırırlarsa, kendinizi koruyucu silahınız olsun, istenmiştir.

Çünkü nefsine zulmedip karanlılarda bırakanlar, akıllarını kenara bırakıp zekâlarıyla hareket ettiklerinden ve şeytana açık kapı bıraktıklarından, anlık maslahatları neyi gerektiriyorsa, öylece amel ederler.

Onun için de bu ayet, dikkat et ve uyanık ol diye başlıyor. Bu olay toplumsal bazda böyle olduğu gibi, kişisel bazda da durum aynıdır. Her zaman uyanık ve saldırılara karşı korunaklı olmak zorundayız. Yoksa helak olup gideriz. Zira yaratılan bir düzen vardır bu düzene tabi bir şekilde yaşayıp gitmekteyiz.
BAKARA SURESİ 13. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ اٰمِنُوا كَمَٓا اٰمَنَ النَّاسُ قَالُٓوا اَنُؤْمِنُ كَمَٓا اٰمَنَ السُّفَهَٓاءُۜ اَلَٓا اِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَٓاءُ وَلٰكِنْ لَا يَعْلَمُونَ

AYETİN OKUNUŞU:
Ve-iżâ kîle lehum âminû kemâ âmene-nnâsu kâlû enu/minu kemâ âmene-ssufehâ(u)(k) elâ innehum humu-ssufehâu velâkin lâ ya’lemûn(e)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Onlara, insanlardan istenilen şekliyle iman edin denildiğinde, biz aklını kullanmayanlar gibi mi iman edelim derler. Kesinlikle uyanık olun ki onlar, aklını kullanmayanların ta kendileridir, velâkin bunu bilmiyorlar.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Nefsi emarenin batağına saplanıp kendi benliğini ön plana çıkarıp bencilliği ile nam salmak isteyen insanlar ki, insanların ekseri bu manevi hastalıkla yüzyüzedir, işte hak yolunda karar kılan kullar onları uyardığında, onları hiç takmazlar. Çünkü kendilerinin yolunun hak olduğunu zannederler.

Bu zannedişleri onlara kendilerini masum ve herkesin günahkâr olduğunu zannettirir. Bu zannın ise gerçek olduğu sanısı, onların düşünce dünyalarına hâkim olur. Onun için de onlara insanların iman ettiği gibi iman edin denildiğinde, ahmakların imanı gibi mi iman edelim derler.

Çünkü iman da, şeksiz ve şüphesiz bir teslimiyetin yanında, kendi tüm kuvvelerinin kaynağı olarak da Allah’ı görme vardır. İşte onlara göre akıl her şeyi çözer ve aklın ötesi mevcut değildir.

Önceki ayetlere baktığımızda anlarız ki, iman ancak Bب harfinin kelimeye kattığı anlam gereği kişinin bilincine oturursa, kişi insan olur ve insanca tavırlar sergiler.

Ayette ki izahata göre kalbi hastalıklı “olanlara insanların imanı gibi iman edin” denildiğinde derler ki, sefih olanlar gibi mi iman edelim.

Gereği gibi iman etmeyenler güya akıllarını ön plana çıkarırlar ya, iman edenlere derler ki, sefihçe inanıp vaktinizi var olup olmadığını dahi tespit etmediğiniz şeylerle geçireceğinize, aklınızla var olduğunu gördüğünüz şeylerle geçirin.

Oraya gittiğinizde ise, eğer gerçekten öyle bir şey varsa, nasılsa Allah affeder deyip, iman edip gerekli çalışmaları yapanları küçümserler. Öylece iman edip imanları uğruna gününü gecesine katanlara da ahmak derler.

Oysaki iman, mutlak teslimiyet ve sadakat ister. Kalbin derununa inince, oradaki güzelliklerden gelen zevkin hiçbir şeyden gelemeyeceğini bilmezler.

Ayette Allah, asıl sefihlerin yani ahmak ve akılsızların onlar olduğunu söyler. İki günlük dünyevi bedensel zevklere kapılıp sonsuz zevkleri tatmaktan mahrum olurlar ki, bu nedenle en büyük ahmak, işte onlardır.

Rabbimiz önümüzü nimete erenlerin yoluna çevirip asıl sefih olanların yolundan muhafaza eylesin.
BAKARA SURESİ 14. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
وَاِذَا لَقُوا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا قَالُٓوا اٰمَنَّاۚ وَاِذَا خَلَوْا اِلٰى شَيَاط۪ينِهِمْۙ قَالُٓوا اِنَّا مَعَكُمْۙ اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُ۫نَ

AYETİN OKUNUŞU:
Ve-iżâ leku-lleżîne âmenû kâlû âmennâ ve-iżâ ḣalev ilâ şeyâtînihim kâlû innâ me’akum innemâ nahnu mustehzi-ûn(e)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
İmanı kalplerine işlemeyen kişiler, iman eden kişilerle karşılaştıklarında, derler ki biz de sizin gibi iman ettik. Ne zaman ki kendi şeytanlarıyla yalnız kaldıklarında, derler ki biz sizinleyiz. Muhakkak ki biz, onlarla alay ediyoruz.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Bu ayet hayatın mihenk taşlarından birini anımsatır. Kişiliğin bakış açılarını gözler önüne serer. İkiyüzlü yani münafık olanların içinde oldukları ruh halini anlatır. Çünkü münafık, içi ve dışı ayrı olan kişilerdir. Ayrıca münafıklık, kesin bir kalbe sahip olamayıp gelgitlere kapılan kişilerin inanç sistemidir.

Münafıklar, iman ile birbirine kaynayan insanların arasına sızıp, onlar gibi gözüküp arkadan iş çevirenlerdir. Bunlar cehennemin en alt katmanında hayatlarını ölümsüz bir şekilde ve sanal benlikleri içerisinde sonsuza dek yaşayacaklardır. Kimse onların yüzüne bakmayacak ve yalnızlığa terk edileceklerdir.

Ayrıca münafık eşittir ajanlık demektir. Müslümanlar arasına gizlenen ajanlar/münafıklar her devirde olmuştur. Sahabeler devrinde de iman ehli arasına karışan münafıklar yani ajanlar vardı.

Hatta hatta peygamberimiz ve sahabeler UHUD SAVAŞINA giderken Müslümanlar arasına katılan Müslüman görünümlü ajanların oranı, sahabelerin yüzde otuzu kadardı. Yani yüzde otuzu münafıktı ve savaşta peygamberimizi sav bırakıp geri döndüler.

İşte Sahabeler merak edip Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem efendimize soruyorlar, ajanları yani münafıkları nasıl tanıyalım? Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, sahabelere münafıkları tanıtma için bir kaç özellik sunuyor.

Namaza üşene üşene kalkarlar, konuşunca yalan söyleyip yanıltırlar, emanete ihanet ederler, söz verdiklerinde sözlerinde durmazlar, biriyle tartıştığı zaman, kötü sözler sarf eder ve haddi aşarlar gibi özellikleri sayarak ümmetin içine gizlenen ajanları yani münafıkları tanıtmak için birkaç özellik sayardı.

Yani, olay, münafıkları tanıtmaktı. Yoksa iman ehli olduğu halde bu günahlara kayanlar değildi buradaki esas mesele. Yani, bir hadisi Şerifi duyduğumuzda, o hadisin nerde, hangi ortamda ve hangi amaçla söylendiğini bilmesek, hakikatten uzağa düşeriz. Bilelim ki; herhangi birisi, direk Kur’an ve hadisten hüküm çıkaramaz.

Özellikle günümüzde sosyal medya üzerinden rastgele hadisleri direk yazıp paylaşarak, hadisin vermek istediği esas mesajı görmezden gelerek, milleti İslam’dan uzaklaştırdılar. Öylece ateist ve deist olma yolunda ön ayak oldular.

Zaten günümüzdeki küffar oryantalistler, Müslümanların bu zaafını bilerek İslami gençliği yok ettiler. Zira Ayet dediler… İşte ayet… Sen ayete inanmıyor musun, dediler… Ayet açık dediler… Hadis dediler… İşte hadis dediler… Hadis açık dediler… Ama demediler… Bu ayet hangi ortam ve ruh ortamında nazil oldu. Bu hadis hangi ortam ve ruh ortamında söylendi…

Mezhepleri ret ederek işe başladılar. Öylece insanları İslam’ın yetiştirdiği derin müctehitlerden uzaklaştırarak işe soyundular… İmam İmam Azam da ne… İmam şafii de ne… İmam Malik de ne… İmam Hanbel de ne… İmam Eş’aride ne… İmam Maduridi de ne… Sizi gidi mezhepçiler… Gelin Kur’ana ve Kur’an Müslümanı olun dediler… Onlar da insan… Bizde insan… Kur’an hepimize indi… eee… Doğru Kur’an hepimize indi…

Sonra da ayetler arasında irtibat kuramayan bir insanlık, hadisler arasında münasebet kuramayan bir insanlık…

Tamam, doğru dersin… Ayet kesin hükümdür, hadisler ise ayet gölgesinde hayatın mihengidir ve yaşam standartının oturması için olmazsa olmazdır… Lakin sen ayet ve hadislerin işleyiş ruhunu bilmiyorsun ki, hüküm çıkarasın…

Ve sonuç… İslam’ın ruhu terk edildi… Ne hürmet kaldı ne edep… Artık ne namaz kaldı ne niyaz… Ne muhabbet kaldı ne gayret… Ne ibadet kaldı ne de ülfet… Ve Allah’tan uzaklaşan bir insanlık… Artık öyle bir noktaya geldi ki, olayı izah bile edemiyorsun…

Bunu tüm dünyadaki marjinal gruplar yapıyor. Al sana ayet, ayete inanmaz mısın diyerek susturuyorlar… Her bir grup kendi üyelerine, belli başlı kendi ef’aliyle ilgili ayetlerin mealini ezberletiyorlar… Diğer ayetleri ise tümüyle görmezden geliyorlar…

Onun için de deriz ki… İtikat, İbadet, ahlak, ihsan, tasavvuf gibi direk yaşamla iç içe olan İslam’ın yaşam alanını, ehlisünnet denilen, Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin mutlak yolunu izah eden İslam’ın omurgasını takip etmek gerekir. Öylece selamette kalınır.

Bu konuda kişiye çok vesveseler gelebilir… Çünkü bedensel dürtüler üzerine kurulu bir dünyada yaşıyoruz. Çünkü hepimiz insanız ve birçok zaafımız olabilir. Onun içinde, gelen vesveselere kulak vermeyelim ve kendimize bakalım.

Eğer ki… İslam’ı yıkmak için kâfirle gizli işbirliği yapan bir ajan değilsek, münafık değiliz demektir. Eğer öyle isek, bu özellikler bizde olmasa da, gene de münafık yani ajan olmuş oluruz.

Yani, İslami tabirleri vesvese haline getirmeden, direk yaşam alanımıza ve itikat planımıza bakalım. Öylece vesveseden uzak yaşayarak ağır ve vakarlı iman ehli olalım… Çünkü İslamiyet vesvese ile süren bir yaşam değil, bizzat hayat alanıdır.

Ayrıca bu ayet, kişiliğin enfüsi ve afakî duruşunu da sergiler. Bizim dışsal olarak insanlarla beraberlik sürdürdüğümüz alanlarda içimizden geldiği gibi davranmamız gerektiğini söyler.

Kişi kendi özüne döndüğünde, kalbindeki şeytaniyetle nefes alıp, sinsi planlar yaparak insanların içine dalmamalıdır. O şekilde olanlar terk edileceklerdir.

Beyne beyne olmak, yani kim güçlüyse oraya yanaşmak dava adamlığına sığmaz. Davası Allah olan sadece ve sadece ona ermek için zamanını harcar.

İşte münafıklık edenler şeytan kılıklı dostlarını gördüklerinde, onlara derler ki; biz sizinleyiz ve iman ehlinden gözüküp onlarla alay ederiz ve onları sömürürüz.

Ayrıca münafıklar, gereği gibi iman edip din ve hak davasını sadık bir şekilde yaşam tarzı edinen kişilerle karşılaşıp bir arada bulunduklarında, biz de iman etmiş kimseleriz derler. Bizleri kâfirlerle bir arada görmeniz, İslam’a hizmet için iş birliği görüntüsü vermek içindir. Sakın bizden şüphelenmeyiniz, derler.

Ama şeytanları ile baş başa kaldıklarında ise, şüphesiz biz sizinle beraberiz, iman eden kişilerle de sadece alay ederiz, derler. Yani menfaatlerine göre konumlanırlar.

Unutmayalım ki, kesin ve net duruş kişiyi hedefine ulaştırır. Münafıklık, birinin yanında ondan gözüküp başkasının yanında da ondan görünerek her iki taraftan nemalanmaya çalışmaktır.

İşte bu duruş kişiyi insanlıktan uzaklaştırır. İnsanlıktan uzaklaşan kişiyi ise Allah, en’amlara yani davarlara benzeterek, onları davarlardan da aşağıdırlar diye tasvir eder.

BAKARA SURESİ 15. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
اَللّٰهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ وَيَمُدُّهُمْ ف۪ي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ

AYETİN OKUNUŞU:
(A)llâhu yestehzi-u bihim ve yemudduhum fî tuġyânihim ya’mehûn(e)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Aslında onların içsel yapılarında oluşan yapısal bozukluk nedeniyle, Allah katında alay edilesi bir duruma düşmüşlerdir. Öylece ortalıkta kendi hallerine terk edilip, kendi azgınlıkları içinde bocalayıp dururlar.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Ayette der ki rabbimiz; münafıklar zanneder ki, iman ehliyle alay eder, aslında Allah onlarla alay eder.

Bunu nasıl anlayacağız? Nasıl olacak bu iş? Şimdi kişinin sanal benliği Allah’tan gelmiyor mu? Şeytan bile Allah’a kul değil mi? Firavun bile Allah’a kul değil mi? Nasıl oluyor da Allah onlarla alay ediyor?

Kişi bilincini temizlemezse, kişilik bilincini nurunun üzerine işlediği esma nakışları ile var eden Allah, kişiliğin dokumasını oluşturan esma kuvvelerinin nakşını, kendilerini komik duruma düşürecek şekilde tasarımlandırır. Yani gülünç durumda bırakır ve nerede duracağını bilmeyecek şekilde bir esma birleşimine sahip olur.

İşte bu esma nakşının bileşiminin kendisinde oluşturduğu program bedeniyle, bir oraya bir buraya getirtip götürterek kesin karar almaktan yoksun bırakır. İşte bunun için de aytte Allah der ki; Allah onlarla alay eder.

Biz Allah’ı tümüyle bizimle irtibatı olmayan koskoca dışsal bir ilah/tanrı gibi düşündüğümüz için, Allah’ın rububiyeti ile melikiyetini bilmediğimiz için, olayın perdesini aralayamıyoruz.

Allah onlara mühlet verir. Ama onlar içinde oldukları gülünç durumdan ders alıp kendilerini düzeltmek yerine, azgınlıkları içinde bocalarlar. Hiç düşünmezler ki; bu komik durumdan kurtulalım diye de, Allah bize mühlet veriyor.

Burada kula hiç irade verilmemiş sananlar var ki, hata ederler. Kula verilen ilim, irade ve kudret melekeleri verilmeseydi dünya hayatı tiyatrodan öte olmazdı. Ama Allah oyun olsun diye de dünyayı yaratmadı. Hem de bu, onun şanına da yakışmaz.

Düşünsenize, hem kulunu en mükemmel şekilde yaratacak ve onu türlü türlü nimetlerle donatacak, sonra ona zorunlu bir yaşam verecek ve sonra da imansız olduğunu kendisine mutlak olarak yazdığı için de cehennemine atacak. Bunu akıl ve fikir sahibi hiçbir insan kabul edemez.

Ayetlerde açık ve nettir ki Allah kulları üzerinde zulmedici değildir. Olayı çarptmak isteyenler ise, ayetlere başka anlamlar yüklerler. Ayetlere yapılan yanlış anlam yüklemeleri asla ve asla Kur’anı kerimi bağlamaz. Kul kendini değiştirmedikçe Allah onu değiştirmez. Kendini değiştir ve farkı fark et aziz kardeşim.

BAKARA SURESİ 16. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ اشْتَرَوُا الضَّلَالَةَ بِالْهُدٰىۖ فَمَا رَبِحَتْ تِجَارَتُهُمْ وَمَا كَانُوا مُهْتَد۪ينَ

AYETİN OKUNUŞU:
Ulâ-ike-lleżîne-şteravu-ddalâlete bilhudâ femâ rabihat ticâratuhum vemâ kânû muhtedîn(e)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Hidayeti bırakıp sapıklığı satın alan kişiler, bu ticaretlerinden kâr sağlamadılar ve doğru yolu da bulamadılar.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Bundan önceki ayetler insanları inanç bakımından üçe ayırdı; birincisi kesin iman edip gereğini yaşayan kişiler. İkincisi kesin inanmayıp hakikatini gizleyen yani küfür ehli olan kişiler. Üçüncüsü ise, kim güçlüyse ondan yana gözüküp menfaatine göre ağız değiştiren kişiler.

Kâfir, reddeden anlamına gelmez. Gerçeği örtüp gizleyen şeklinde tanımlanır. Çünkü hiçbir kişide kesin bir reddediş olamaz. İnsanın mayasında inanç yatar. Allah insanı rabbini bilecek düzeyde yaratmıştır. Her insan bir yaratıcı arayışındadır. En azılı inkârcı bile, en ümitsiz anında kendisinde aşkın bir güce yönelme hissiyatını duyar.

Nasıl ki bir bebek annesinin sütünü emecek idrak ile doğar ve kimse ona süt emmeyi öğretmediği halde direk sütü emer. Aynen bunun gibi, insanın bilincine de kimse rabbini göstermez. Zaten Allah’ın idrakı ve aşkın güce yönelme hissiyatı, kişinin özünden gelir vaziyette öz alt bilincinde kayıtlı olarak dünyaya gelir.

Üst bilinci şeytani vehim ve vesveselere aldandığı kadar, öz alt bilincindeki bu hissiyattan uzaklaşır. Bu vesveselerin oluşturduğu vehimlerden uzaklaşmak için de, sağlam bir imana ihtiyaç vardır. Yoksa şeytana aldanıp rabbinden uzaklaşarak dünyayı noktalar.

Bakınız ki, dünyanın en geri kalmış yerinde dahi bir tanrı inancı yatar. Çünkü doğduğu çevre ondan Allah inancını silip yerine ortamın tanrı inancını dayatmıştır. Öylece bilinçaltındaki rububiyeti hissedip bu rububiyeti Allah’a vermek yerine, nefsine veya dışsal objelere verirler.

Düşünürler ki, benim varlığım kendi kendine var oldu ve bendeki tüm kuvveler ile sahip olduğum mana içerikleri kendime aittir. Sahip olduğum tüm güç ve kuvveler, yediğim ve içtiğim gıdaya göre benden zuhur eder. Dolayısıyla tüm gücüm ve kuvvetim bana aittir diyenler ile kendilerinden daha aşkın gördükleri varlıkların sahip oldukları kuvveleri, kendisinden aşkın gördüğü varlıklara verip, onlardan kendisine geldiğini zannederek, varlığın sahip olduğu her şeyin özlerindeki Allah nurundan kendilerine yansıdığını bilmezler.

Öylece rabbul âleminden kendi öz rububiyetlerine yansıyarak hissettikleri kuvvelerin sahibi olan Allah’ı inkâr ederek mutlak hakikati gizlerler. İşte bunlar ikinci kısım olan küfür ehlidirler. Bunlar kâfir veya müşrik olarak tanımlanırlar.

İnanç düzeyinde üçüncü kısım, kalplerine kesin bir inanç girmemiş olanlardır. Kim güçlüyse ondan yana gözüküp anlık konjonktüre göre ağız değiştiren ve yaşama bürünen kişilerdir.

İman ehline imanlı gözüken, imansız olana da imansız gözüken üstelik küfür ehlinin yanına gidince de, iman ehliyle alay ettiğini söyleyen, dolayısıyla Allah’ın istihzasına maruz kalan münafık yani konjonktüre ajanlık yapıp dünyevi olarak zevklenip öylece nemalanan kişilerdir.

Nereden dünyevi nemalanma hissiyatı onları kuşatırsa, oraya dayanır ve diğer tarafı bir çırpıda satar. Nemalandığı yerin perspektiflerini keyfine göre kuşanır ve her an saf değişitirip dünyalığına dünyalık katma derdiyle kıvranır.

Onların gözünde asla tam olarak, imanın veya küfürün tarafına bir teslimiyet oluşmamıştır. Çünkü iman ve küfür kesin hatlar ile bir birinden ayrılmıştır. Ama münafığın ne olduğu belli değildir.

İşte bu ayette der ki işte onlar; yani özünden gelen kuvvelerin Allah’tan geldiğine iman etmeyen ve gereği çalışmayı reddedip her şeyi kendinden bilen ile ikiyüzlülük edip imanlı kişilere imanlı gözüken imansız kişilere ise imansız gözüken ve menfaatine göre şekil alanlar dalaleti alıp doğru yolu terk etmişlerdir.

Zarar eden tüccar gibi bu ticaretleri onlara kâr ettirmedi, hem de onlar hidayet bulamadılar.

Evet, kişi özündeki rububiyeti hissetmek için gerekli çalışmaları yapmaz ise, Allah inancı kişide gizlenir. Kişi artık Allah’tan mahrum kalıp iflas eder. En büyük iflas da işte bu iflastır…

BAKARA SURESİ 17. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَارًاۚ فَلَمَّٓا اَضَٓاءَتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللّٰهُ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ ف۪ي ظُلُمَاتٍ لَا يُبْصِرُونَ

AYETİN OKUNUŞU:
Meśeluhum kemeśeli-lleżi-stevkade nâran felemmâ edâet mâ havlehu żeheba(A)llâhu binûrihim veterakehum fî zulumâtin lâ yubsirûn(e)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Hidayeti bırakıp sapıklığı satın alan kişiler, aydınlanmak için ateş yakan kimselere benzerler. Ateş etraflarını aydınlatınca, inkârları nedeniyle kendi varlıklarını dahi ondan aldıkları Allah’ın nuru onlardan gittiği için, karanlığa terk edilip görmez oldular.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Bu ayetin vermek istediği mesajı en iyi anlamak için, bundan önce geçen ayetlerin içeriklerini özümsememiz gerekir. Hidayet kapısının insanın özünden kendisine doğru uzandığına işaret ettikten sonra, iman etmeyenler veya her iki taraftan gözüken münafıklar için bu ayet bir benzetme ile açıklık getirir.

Kur’an, birçok ayette olayları örnek ile anlatır. Çünkü Kur’anın anlattığı birçok olay, çoğu defa akıl sınırlarının ötesine dayanıyor. Dolayısıyla da işaret edilmek istenilen olay direk anlatılırsa, anlaşılmaz.

Diyelim ki birimizi yüz yıl öncesine gönderseler ve deseler ki, onlara cep telefonunu anlat, ancak örnekleme ile anlatırız. Direk anlatırsak bize deli derler veya anlamazlar. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz olayları örnek ile anlatmasına rağmen, ona deli ve hatta cinlenmiş dediler.

Bu ayet, örnek ile olayı anlatarak şöyle der; o kimseler ki ateş yakarlar karanlık gecede, az önlerine bakmak için. Tam ışık önlerini aydınlatırken Allah ateşlerini söndürür ve onları karanlık içinde bırakır. Peki, neden Allah ateşlerini söndürüyor? Hani Allah zulüm etmiyordu? Allah’ı tam anlamadığımız için, kafamıza bu tür sorular takılır.

Olay şu; varlığımızın hakikati, bir tutam nur üzerine işlenen Allah’ın esma kombinasyonlarının oluşturdukları nakışlar sonucu oluşur. Eğer ki biz, varlığımızı sadece bizde dokunan manalar olarak zannedersek ki, bu da bize sınırlı olarak verilmiştir, bizdeki manaların asılları olup sınırsız olarak Rabbul âlemine ait olan manalar ile ilişiğimiz kesilir.

Esma-i hüsna ile işaret edilen manaların sonsuzluğu gerçel benlik sahibi olarak Allah’a aittir. Bizdeki sanal benlik ise, Allah’a ait manaların çok çok kısıtlı bir bileşimi şeklindedir.

Allah’a Bب harfinin kelimeye kattığı anlam gereği iman edersek, Allah’a ait sonsuz manalar ile senkronize olarak ışımamız sürekli olur.

Eğer Allah’a iman etmezsek, bizdeki esma kuvveleri az önümüzü gösterir derken sınırı biter ve karanlıkta kalırız. Tüm mana bileşimlerin asılları Allah’a ait olduğu için ayette der ki; o vakit ki Allah ışıklarını söndürdü ve karanlık içinde kaldılar, artık basiretleri alındı ve görmez oldular. “La yübsirun” da” La” edatı gelmiştir, yani anlık karanlık içinde kalıp sonsuz nur ile ilişkileri kesilmiştir. Bu edat geldiği için de, iman kapısı açık demektir.

Senkronize kelimesi internet ortamında online yani çevrimiçi işlemlerde kullanılan bir ibaredir. Telefonlarda sıkça kullandığımız bu tabir ile şunu kastederiz; telefon internete bağlı ise sınırsız veri alır ve telefon güncelleşir. İnternet kesilse sadece içinde kayıtlı veri ile kısıtlı kalır.

İşte iman eden kişi Allah’tan sonsuz nur alır. İmansız olan ise, kendi bileşimini oluşturan nakışla kısıtlı kalıp yol aydınlığı sahip olduğu ile sınırlı kalır.

Bileşimimiz ise, bizdeki Allah’ın var ettiği kuvveleridir. Yani bizim onunla kaim olduğumuzdur. Her insanda bu kaimiyet oranı değişkendir. Her insandaki tüm kuvveler Allah’a ait olduğu için de herkesin rabbi Allah’tır. Ama herkesin bileşimi ayrı olduğu için de herkesin rabbi yani kendisine aksettirilen manaların oranı değişkendir. Onun için de her insanın şekil ve içsel yapısı farklı farklıdır.

Rabbim derken rabbul hassa işaret ederiz. Rabbul has, kişisel bilinci oluşturan, esma bileşiminin oluşturduğu nakışsal dokuma kadar, kişiden aynalama yapan rabbul âleminin, kişide var ettiği rububiyetin öznel alanıdır. Her insandaki tüm kuvveler Allah’a ait olduğu için, âlemlerin Rabbi sadece Allah’tır. Bu inceliği fark etmek işin başıdır.

Onun için birine dua ederken, rabbim şunu sana versin derseniz en fazla sizin kadar alır. Çünkü sizin rububiyet makamınızdan ona yöneliş olur. Ama Rabbul âlemin size şunu versin derseniz, sonsuz ve sınırsız esma âlemiyle senkronize olup, akıntı Rabbul âleminden ona ulaşır.

Onun için de bize denmiştir ki, Müslüman kardeşinize dua ederseniz aynı dua gibi bir kazanç sizin için de oluşacaktır. Çünkü karşı tarafa ulaşan nur akıntısıyla öncellikle biz senkronize olmuşuz ki, ondan sonra dua ettiğimiz kişiye o isteği yönlendirmişiz. Onun için birine yaptığımız dua bizde açılım yaptığı gibi, dua yaptığımız kişide de açılım sağlayacaktır.

Yaptığımız kulluk kadar Rabb ve rububiyet çemberimizi genişletiriz. Zikir, tefekkür ve şükürden uzaklaştığımız kadar da rububiyet çemberimizi daraltırız.

İşte Besmele ile işe başlayan kişi, sonsuz güç ve kuvvet sahibi olan ile senkronize olur ve başaramayacağı bir şey kalmaz. Ama Besmelesiz ise kişi, yani fil hakikat kişi Allah’ı inkâr ederse kendisiyle sınırlı kalır. Ve ateşi sönüverir. Çünkü mahdudtur. Kendi gücümüzle değil de Allah’ın gücüyle yola koyulalım ki, bize Allah’ın tevfiki ulaşsın.

Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz der ki “Besmelesiz başlanan işin sonu kesiktir” yani sen sınırlı bir varlık olduğun için sendeki kuvve kadar gidersin. Gücün tükendiğinde ise hedefine varamadan yarı yolda kalırsın. Ama Allah’ın gücü ve kudreti sonsuz ve sınırsız olduğu için, Allah’a dayanan kişinin yol aydınlığı ise, hep sürecektir.

Bir işe başlarken Besmeleyi tamamen okuyalım. Yoksa celali sıfatlara da açık mahal oluruz ki bu da tehlikelidir. Dikkat edin ki hayvan keserken Bismillah deriz, çünkü hayvan mumit esmasıyla ölür. Bismillah derken hem ihtiyaç olunan kuvveler kuvveden fiile çıkar. Hem de yaptığınız işle alakalı olmayan başka başka kuvveler de, kuvveden fiile çıkar. Çünkü insan, Allah’ın yeryüzündeki halifesidir ve tüm kuvveleri kuvveden fiile çıkarma gücüne haizdir.

Ama bir işe başlarken tüm besmeleyi okursak, Rahman ve Rahim esmalarının kuvveden fiile zuhurunu rabbimizden dileriz. Ne istedin ki sana vermedim ayeti gereği Rabbul âleminin tecellilerine mazhar oluruz.

Hülasa, ayette işaret edilen esas olgu, kişiler inkârları nedeniyle kendi varlıklarında bulunan Allah’ın nurundan mahrum kaldıklarından, dışarılarının aydınlık olması, artık onlara fayda vermez.

Hem kendi kuvvelerinin sınırlı olması nedeniyle tökezler ve ulaşılmak istenen esas hedefe varamazlar.

Sonsuz güzelliklerin olduğu mutlak kurtuluşa ermek için, istenilen şekilde iman edilmesi esastır. Yoksa kişi kendisine yazık edip karanlıklara gömülecektir. Elinden tutan da olmayacaktır.
BAKARA SURESİ 18. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَرْجِعُونَۙ

AYETİN OKUNUŞU:
Summun bukmun ‘umyun fehum lâ yerci’ûn(e)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Hidayeti bırakıp sapıklığı satın alan kişiler sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Algılamalarını kapattıkları için de hidayete doğru dönmezler.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Bu ayette sayılan üç özellik, hidayeti bırakıp sapıklığı satın alan kişiler olan kâfir ve münafıklar için gelmiştir.

Önce sağır olma özelliğini kullanır. Çünkü insanın duyması en hassas olan algıdır ve birçok sesi duyar ama içlerinden sadece tek sesi algılayıp anlamını çözer ve ruhun temel olarak kullandığı organlardan bir organ olan beynin değerlendirme merkezine ulaştırır.

Allah’ı inkâr eden, yani vahdaniyet olacak teklik sistemi üzerine kurulu olan Allah’ın yegâne ulûhiyetinin, biricik rububiyetinin ve mutlak melikiyetinin sesini duymayan, varlıklardan gelen kesret yani çokluk sesleri arasında sağır olur. Her varlığı ayrı bir güç zanneder ve onlara yaranmak içinde köle durumunda kalır. Ama vahdet sesini duyan ise, kendi de vahdetten bir ses olduğu için, zaten âlemler ona musahhar olur.

İkinci özellik ise, dilsizliktir. Aslında özünden gelen ses, vahdetin en kestirme yol olduğunu haykırır. Ama büründüğü inat ve sağırlık yüzünden, tevhidi konuşmak yerine, kesret içinde bocalar ve dili gitmişcesine tevhide karşı dilsiz olur.

Diğer bir özellik ise kör olmasıdır. Yani tüm yaratım evrelerinde büsbütün tek olan yaratıcının kuvvet ve kudretinin aşikâr olduğu ve mutlak olarak var tezahür edeni görmez, adeta gözünü yaratımın ortaya konuluşundaki vahdete ve mutlak olarak apaçık olan dengeye kapatır. Bu da kendisini sanal benliği içinde hapseder. Öylece reel benlik ile iletişimden mahrum kalır. Bu durum artık hakka rücu etmesini engeller. Ondaki bu sağırlık, dilsizlik ve körlük devam ettiği sürece de hakka dönemez.

Son kelimede, “Lâ yerciûne”: (onlar) dönmezler, dönemezler demiştir. “La” gelmişse demek ki tövbe yolu kapanmamış olup imana dönmeleri için ümit vardır. Yani anlık olarak mahrumiyet vardır ama tövbe kapısı açıktır. Yoksa zaten dünyada bulunmamız saçmalık olurdu. Biz kendimizi değiştirelim ki, Allah bizi değiştirsin.
BAKARA SURESİ 19. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَٓاءِ ف۪يهِ ظُلُمَاتٌ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌۚ يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ ف۪ٓي اٰذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِۜ وَاللّٰهُ مُح۪يطٌ بِالْكَافِر۪ينَ

AYETİN OKUNUŞU:
Ev kesayyibin mine-ssemâ-i fîhi zulumâtun vera’dun veberkun yec’alûne esâbi’ahum fî âżânihim mine-ssavâ’iki hażera-lmevt(i)€ va(A)llâhu muhîtun bilkâfirîn€

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Veya hidayeti bırakıp sapıklığı satın alan kişilerin durumu, gökten şiddetli bir şekilde boşalan, içinde karanlıkların, gök gürültüsünün ve şimşeklerin olduğu yağmura benzer. İnen yıldırım sesleriyle kendilerinde oluşan ölüm korkusu nedeniyle, çaresiz bir şekilde parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Küfredip gerçeği örten kişiler, kendilerini örttükleriyle de Allah’ın kuşatması altındadırlar.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Sadece meale takılıp Kur’anın manasına yüzeysel bakarak ilahi sedaya yaklaşmak, birçok kişiyi Kur’andan uzaklaştırdı. Kur’an yüzeysel değil ki…

Biri konuşur da onun konuşmasını tercüme edersiniz, ama Kur’an birinin konuşması değil ki… Âlemlerin rabbinden inzaldir ve insandan okunandır. Her kelimenin birçok makamca anlamı mevcuttur. Meal de tüm makamlar perdelenir ve düz mantıkla bire bir kelime tercümesi yapılır.

Bir Şiir dahi bir dilden diğer dile tercüme edilirken anlam bütünlüğü bozulur. Bu şiir sırf bu tercümedir denemez, çünkü şair bin bir türlü duyguyla o şiiri yazar. Şiir direk okunduğunda oluşturduğu cezbe, o şiirin tercümesi okununca hiçte oluşmuyor.

Peki, bir insanın yazdığı şiirde hissedilen duygu kaybolup gidiyorsa, âlemlerin rabbinden nazil olan Kur’an dan Allah’ın idrak ettirmek istediği anlam meal ile kaybolmaz mı?

O yüzden meal ile hüküm verip bu olay şudur demek kadar sorumsuz bir davranış olamaz. Bunu böylece belirttikten sonra, şunu da açıklığa kavuşturayım. Bizim yazdığımız sezintiler asla ve asla tefsir çalışması olmayıp sadece ayetlerden sezintilerimizi bizde saklı kalmasın diye yazıyoruz.

Bu ayet önceki ayetlerle irtibatlı olup, olayı idraklere sunmak için açıklamalar kademe kademe ilerliyor. Öylece bilincimizde alt temel oluşturulup idraklerimizin açılması sağlanılıyor. Kâfir ve münafıkların ne denli bir hezimette oldukları örnek verilerek açıklanıyor.

Akıl, olayları anlamak için sahip olduğu verilerden yola çıkarak olaya yaklaştığı için, Allah insanların gözlerinin önündeki verilerden örnekler vererek olayı anlamasını sağlıyor.

İşte bu ayette de Allah, örneklemeye devam ederek, hidayeti bırakıp sapıklığı satın alan kâfir ve münafıkların haleti ruhiyelerini gözler önüne sermek için, onların sahip olduğu bilgi ve yürüme kapasitelerini, kapkaranlık gecede şiddetli bir vecihle yağan yağmura benzetir. Kapkaranlık gecelerde büyük gök uğultularıyla inen yağmur, birden öyle gök gürültülü olur ki, insanın ayağı yere yapışır.

Bazen bir şimşek ile her taraf aydınlık olur da sonrasında gene de tam karanlık çöker. Sonra insanın içine korku iner. Bazen gök gürültünün sesinden ölüm korkusuyla parmaklar kulağa gider. Çünkü can tatlıdır, canının alınmasını istemez.

Tıpkı deve kuşu gibi… Avcı onu kovalar, o da başını kuma sokar. Kendi görmüyor ya, der avcı da beni görmesin. Sanki deve kuşunun kalbini okuyoruz. Aslında deve kuşu o kadar aptal değildir. Ben öyle düşünmem, deve kuşu başını kuma sokar ki, yakalanış anına şahit olmasın ve öldürüldüğünü görmesin.

Hani bize okulda aşı yaparken hemşire bakma derdi ya, sanki bakmadığımızda acımayacak. Ama psikolojik bir sızıntı olur bakan kişide.

İşte ayet de bunu söyler, ölme korkusuyla kulağını tıkar. Göz iptal zaten, çünkü karanlık gece, gözü neyi görecek? Az şimşek ile gördüğü de kaybolmuştu. Hâlbuki Allah kâfirleri ihata edicidir. İşte bu ayetin sonunda da Bب harfi olduğundan, Bب harfinin kelimeye kattığı anlam gereği olayı düşünmeliyiz.

Şimdi bu örnekleme ile Allah bize ne vermek istedi? Üzerinde az tefekkür edelim…

Kâfir veya münafık özünde var olan kuvveleri kendisinden bilir. Ama ayetin sonuna dikkat ettiğimizde ise şöyle der; Allah kâfirleri de ihata etmiştir.

İşte kâfir kafasını kuma gömer ve bağımsız olduğunu zanneder, ama üzerine bir karanlık durum indi mi, özünde olan kuvveleri mutlak kuvvelerle senkronize eder gibi olur da bu bir şimşek kadar sürer ve gene de karanlığına boğulur. Bazen onu ihata eden kuvveler üzerinde derin baskı yapar ve iman etmeye çok yakın olur. Ama ne çare ki, özünde buna çanak tutacak alt yapı olmadığı için dışarıdan yapılan kuvve baskısı, özüyle irtibat kurmasına yetmez.

Öncellikle kendisini tanıyıp hakikatine iman etmeliydi ki, kendisiyle özü arasındaki perdeleri kaldırıp özüyle hemhal olabilsin. İşte hakikatine iman olmadığı için, dışarıdan oluşan baskılama da işe yaramayacaktır.

Hidayeti bırakıp sapıklığı satın alan kişilerin bilinçlerinde oluşan ilim ışıltılarını bu ayet, ilk önce şimşeğe sonrada yıldırıma benzetir. Yıldırım gökten yere iner. Şimşek ise, bulutlar arası oluşur.

İşte bu kişiler az derinleşip kapsama alanlarını genişletmek istediklerinde, Bب harfinin kelimeye kattığı anlam gereği Allah’a imanları olmadığı için, üzerlerine ilim bir yıldırım düşmesi gibi inip zuhur eder veya iç âlemlerinde şiddetle ışıldatan şimşekler gibi çakıp şuurlarında ses çıkartır. İşte onları aydınlatmak isteyen bu şimşek ve yıldırıma kulaklarını tıkarlar. Çünkü imanları yoktur ve basiretleri bunu almaya müsait değildir.

İşte bu kişiler, gelen sesin kaynağına iman etmedikleri için, yani Bب harfinin kelimeye kattığı anlam gereği Allah’a imanları olmadığından her şeyin üreticisi olarak kendilerini bildikleri için, semalarına inen imani ilme kulaklarını tıkarlar. Yani basiretlerini perdeleyip olayı anlamak istemezler. Çünkü kulaklarını kapatmazlarsa, mecburen iman etmeleri gerekecektir. Bu da Allah’ın sünnetine muhaliftir. Çünkü iman zorla değil gönül rızasıyla gerçekleşir.

İşte yıldırım gibi iç semasından iç âlemine inen ilmin ışıldamasıyla olayı görür gibi olmuştur ki, bilincinde iman olmadığı için, nazil olan deruni ilim yer bulmayıp, yıldırımın toprakta kaybolup gitmesi gibi, onda da kaybolup gitmiştir. Verimli toprak gibi olmadığı için, yani imanı olmadığı için nazil olan imani ilimden herhangi bir fayda da elde edememiştir.

Ne olacaksa bizle olacak. Önce özümüzü gerekli kıvama getirmek zorundayız ki, bizi ihata eden sonsuz güç ile senkronize olalım. Biz kendimizi değiştirmedikçe kimse bizi değiştiremez. Kendimizi değiştirmek için de birinci şart zikirdir ki, kişilik merkezimiz ile ruh arasındaki ayarlar değişsin. Öylece tefekkür doğsun ve bununla beraber şükür hali oluşsun.

BAKARA SURESİ 20. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ اَبْصَارَهُمْۜ كُلَّمَٓا اَضَٓاءَ لَهُمْ مَشَوْا ف۪يهِۙ وَاِذَٓا اَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُواۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْۜ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ۟

AYETİN OKUNUŞU:
Yekâdu-lberku yaḣtafu ebsârahum(s) kullemâ edâe lehum meşev fîhi ve-iżâ azleme ‘aleyhim kâmû(c) velev şâa(A)llâhu leżehebe bisem’ihim veebsârihim(c) inna(A)llâhe ‘alâ kulli şey-in kadîr(un)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Şimşek neredeyse görmelerini kapatacak. Her ne zaman üzerlerinde aydınlık oluşuyorsa içinde yürürler, üzerlerine karanlıklar çökünce de otururlar. Eğer imansızlıklarından ötürü, Allah onların üzerlerinde imansızlıklarının icabı olan yaratımını oluştursaydı, duymalarını ve görmelerini elbette götürürdü. Muhakkak ki Allah, her şeyin üzerinde kudret sahibidir.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Bu ayette yüce rabbimiz imansız olan kişileri, karanlık bir gecede yürümek zorunda kalan kişinin, şimşeğin aniden çakmasıyla gözünün ışığını alır gibi aydınlık oluşturup tekrar sönmesi sonucu, oluşan aydınlık anında az önünü görüp yürümesi ve ışığın kaybolmasıyla tekrar olduğu yerde karanlıklara gömülmesine benzetti.

İşte Allah’a iman etmeyen kişinin ruh dünyası, kendisine varlık kazandıran ilahi isimlerin işaret ettiği kuvveler sayesinde, kendisini çevrelemiş sonsuz kuvvelerle bağlantısız bir şekilde kendisini sınırlayarak yürümeye kalkışır. Bazen şimşek çakışı gibi özüyle iletişim sağlar gibi olur. Ama hakikatine imanı olmadığı için, hemen söndürülür de tekrar kendi hüviyetini oluşturan mahdum kuvvelere mahkûm edilir.

Secde suresi 20. ayette şöyle geçer; (Oradan her çıkmak istediklerinde hemen geri çevrilecekler ve onlara: “Kendisini yalanladığınız ateş azabını tadın” denilecek). Çünkü her ne kadar kişi Allah’ı inkâr etse de varlığının hüviyeti ve esas var oluş perspektifi tümüyle Allah’a dayanır.

Zaman zaman aradaki perde kalkar gibi olsa da, hemen meleki boyut devreye girer ve kokusunu aldığı gerçekler kapatılır. Çünkü Allah’ın vaadi vardır ki, iman etmeyen cennete ulaşamaz.

Yüce rabbimizin bu ayette verdiği örneği secde süresinin 20. Ayetiyle beraber tefekkür edersek, bu örneklemede izah edildiği gibi arada şimşek çakması gibi oluşan sezintiler, kişinin basiretini alır gibi olur. Birkaç adım atar ve iman olmadığı için aldığı sezintiler kesilir.

İşte sezinti aldığı anda, kendi kuvvetinin bittiğini hissedip sonsuz güce adım atmak üzere olur. Ama hemen meleki boyut devreye girer ve hissiyatını aldığı nuru söndürtüp geçişini engeller. Çünkü imanı yoktur. Sezinti kesilip ışık söndüğünde ise, olduğu yere miskince oturur.

Eğer ki Allah onların imansızlıklarını temel alarak yönlendirdikleri iradeleri doğrultusunda onlar için inşada bulunsaydı, sahip oldukları her şeylerini alıp hayat hakkı vermezdi. Onlardan görmelerini ve duymalarını alırdı da, hakikatleriyle hiç ama hiç iletişim kuramazlardı.

Allah imansızlıklarına rağmen küfür ehlinde oluşan imanın şimşek gibi çakmalarından oluşan parlamaları gidermiyor ve mühlet veriyor. Çünkü yaptıkları imansızlık şuuru, kâfirlerin iradelerini sonsuz olarak kör ve sağır etmeye yetiyor.

Dünya yaşantısında insanın gözetlenmesi devam ettiğinden, et kemik bedenin ölümüne kadar kişiye müsaade verilmiştir. İman ederse ne ala, iman etmezse ölümle beraber dünyadan edindiği tüm güç ve kuvveti de geri alınacaktır.

Allah kulları üzerinde eğer zorlayıcı olsaydı, yani eğer zulüm etseydi, belki uyanırlar diye ara ara özle iletişimi hiç vermezdi.

Bu şuna benzer ki, TV’lerde şifreli kanallar vardır. Arada şifrelerini reklam için kaldırırlar ki millet görsün de abone olsun diye. Veya DEMO programlarda programın bir kısmını parasız verip sonrasını ödemeye yönlendirir de, ödemeyi yap ki tüm program açılsın derler.

İşte bu da öyle, Allah iman etmemiz için ara ara öz ile aramızdaki perdeyi kaldırır. Göz kamaşır da hemen perde iner. Sonsuz güzelliklere ancak iman edersen ulaşırsın der.

İşte diyor ki; eğer Allah gerçekten kulları üzerinde zoraki bir baskı yapmak isteseydi, ne aradaki kısa kısa görmeleri verirdi, ne de hakikatten duyumlar sezdirirdi. İman etmediniz ne haliniz varsa görün, derdi.

İşte buna binaen ayetin sonunda der ki, biliniz ki Allah her şeye kadirdir, istediğini yapar. Dolayısıyla kullarını istediği şeye mahkûm eder.

Madem öyle, o zaman Allah’a hakkıyla iman ederek bizden sudur eden tüm kuvvelerin, Allah’ın gücü, kuvveti ve kudreti ile bizden açığa çıktığının farkına varıp, her şeyin yaratıcısı olarak sadece Allah’ı bilelim. Öylece yaratımın akış sahibi olarak sadece Allah’ı görüp, edindiğimiz hissedişlerin temelinin de Allah’a dayandığını bilelim.

Parlak olarak bilinçlerimize vurup, neredeyse basiretimizi kapatacak duruma getiren ışıldamaların, uyanmamız için Allah’tan yansıdığını bilelim. Madem Allah bize dünyada mühlet hakkı vermiştir, bizde sonuna kadar uyanık olup değerlendirelim. Allah’ın ayetlerini tefekkür ettiğimizde imanımız güçlenir. Öylece hak ile senkronize halimiz kesintisiz olur biiznillah.

BAKARA SURESİ 21. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمُ الَّذ۪ي خَلَقَكُمْ وَالَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونۙذ

AYETİN OKUNUŞU:
Yâ eyyuhe-nnâsu-’budû rabbekumu-lleżî ḣalekakum velleżîne min kablikum le’allekum tettekûn(e)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Ey insanlar, öyle bir rabbe kulluk ediniz ki, sizi ve sizden öncekileri o yaratmış olsun. Eğer ki sadece ona kulluk ederseniz, umulur ki korunmuş olursunuz.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Kuran ayetlerinin sezintilerini hissettikçe Rabbimizin sevgisine bir adım daha yaklaşıyoruz. Onu düşündükçe ve bize bizden yakın olduğunu tefekkür ettikçe de, artık günah işlemekten haram olduğu için değil, Allah’tan utandığımız için uzak dururuz.

Bazen nefsimiz bedende kendisini ağır hisseder de bedensel tatmin için bir kaç adım atar. Hemen akabinde silkelenir, yaratılışını tasavvur eder kendinden önceki yaratılışını düşünür, bir damla sudan şimdiye kadar üzerinden geçen yaratılışında derk olur ve hakka rücu edip hatalarından istiğfar eder.

Burada şunu da belirtelim ki, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz dahi bu dünyada tıpkı bizim gibi et kemik bedenle var edilmişti. O da bizim gibi bir insandı ve düşüncelere dalıp Allah’ın mülkündeki tasarrufunu anlamaya çalışırken isabetsiz düşünceleri olabilirdi.

Ama vahiyle donatılıp desteklendiği için de, isabetsiz bir düşüncede hemen vahiy devreye girer ve rücu ederdi. Bunun en bariz örneğini Abese süresi ile rabbimiz bize bildirmiştir.

Onun için de günde yetmiş defa tövbe istiğfar ederdi. Çünkü onun da bir dünyası vardı. Etrafı ve çevresi vardı. Düşünceleri ve tasavvurları vardı. Her zaman vahiy ile gözetimde bulunduğu için, sünnetullahı seyir eder ve uyulmadığı an hemen tövbe istiğfar ederek sünnetullaha uymaya rücu ederdi.

Bizim onun gibi vahiy alma işlevimiz olmadığı için, onun vahiyle bize bildirdiklerini iyice anlayıp kesin olarak inanmalı, imanla yürüyüp ayağımızın kaydığını anladığımız anda da hemen rücu etmeliyiz. Öylece korunan kişilerden oluruz.

Bu ayette Rabbin hitabı tüm insanlığadır. Şimdi dikkat edersek, Bakara süresi Elif lam mim ile başladı ve şimdiye kadar birçok olguyu hassas olarak işledi.

Elif ile Allah’ın zatına işaret etti. Sıfat ve esmaya birinci lam ile işaret ederek Mim ile hakikati muhammediyeyi önümüze serdi. Hakikati muhammedi olan kendi kitabımızı okumamızı istedi. Kitabı da ancak takva ehlinin okuyabileceğini söyledi. Kitabı okumaya da iman ile başlanacaktı. İman etmenin gerekli ayakları olan amelleri idrak ettirdi.

Sonra da inanç olarak inanmayanları açıkladı. Sonra da iki yönlü münafıkları anımsattı. Tüm bu girişten sonra ey insanlar diyerek tüm insanlığa davet çağrısı yaptı. Ve dedi ki;

Sizi yaratan rabbinize kulluk edin. Biz kulluğu genelde tapınma zannederiz. Ubudiyet asla tapınma değildir. Tapınma da kul, rububiyet alanını ulûhiyet zannederek, kendisini cüzi bir varlık gibi rable ilişkisi olmayan bağımsız bir kuvvet sahibi sanarak, Rabbi ise, tümüyle kuldan bağımsız aşkın bir varlık olarak hayal eder.

Veya kendisini ulûhiyette bir fert olarak görür; kendisine zımni bir ilahlık payı verip, öylece rububiyet alanını ulûhiyete katılmış gibi anlar. Sonra da günün belli saatlerinde, Allah’ı tahayyül ettiği gibi önünde el pençe durur. Sonra da kendi âlemine döner.

Birisinde kendisini reel benlik gibi görürken, diğerinde kendisini onun içinde bir kısımmış gibi görür ve hiç olduğunu söyler durur. İşte bu iki görüşte hatalıdır.

Ubudiyette ise, cüzi irade sahibi olan kul var ama bu cüzi irade, külli iradenin kulun kapasitesine göre ondan zuhur ettiği kendi gücüdür. Bu gücü sahip olduğu isteme kuvvesine bağlı olarak rabbinin kendisinde mutlak hükme göre var ettiğine şahit olur.

Bu şehadeti ise, belirlenmiş ibadet türleriyle izhar eder. Kul yirmi dört saat esasına göre rabbinin kulluğunda her adımını atar ki, ondan zuhur eden rabbinin kuvveleri daha da genişlesin ve seyir planı daha keskinleşsin.

Ufak bir örnekle konuyu izah edelim; TV yayın merkezinden gelen görüntü aynı görüntü. Ama kırk yıl önce icat edilen televizyon ile günümüzde icat edilen televizyonun görüntü ve ses kalitesi başka başkadır. Kalite arttıkça veri daha kaliteli aks ettirilir.

İşte insan da, kulluğunu ne kadar kaliteli yaparsa, ondan zuhur eden rububiyet temaşası da ona göre değişmeye başlar.

Onun için ayette Allah der ki, ey insanlar sizi ve sizden öncekileri yaratan rabbinize kulluk edin, umulur ki korunasınız. Yani korunmamız ve herhangi bir meşakkat görmeden cennete ulaşmamız için kulluğumuzu her an yaşayacağız ki rabbin rahmet tecellilerine muttali olalım. Çünkü insana sadece ve sadece çalışmasının karşılığı verilecektir. Çalışacağız ve biiznillah sonsuz tecellilere mazhar olacağız.
BAKARA SURESİ 22. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
اَلَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ فِرَاشًا وَالسَّمَٓاءَ بِنَٓاءًۖ وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَاَخْرَجَ بِه۪ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْۚ فَلَا تَجْعَلُوا لِلّٰهِ اَنْدَادًا وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ

AYETİN OKUNUŞU:
Elleżî ce’ale lekumu-l-arda firâşen ve-ssemâe binâen veenzele mine-ssemâ-i mâen feaḣrace bihi mine-śśemerâti rizkan lekum(s) felâ tec’alû li(A)llâhi endâden veentum ta’lemûn(e)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Rabbiniz o rabtır ki yeri size döşek, göğü de sizin için bina etmiştir. Ve gökten üzerinize su indirerek o su ile yerden semereler çıkartıp rızık olarak size sunmuştur. Tüm bunları bile bile Allah’a ortaklar oluşturmayın.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Bu ayette varoluşumuz ve Allah’ın üzerimizde olan nimetleri anımsatılıyor. Yeri size döşek yaptı diye düşünmeye sevk ediyor.

Yer derken burada iki veçhe işaret mevcuttur. Biri dünyanın hizmetimize sunulması ve her türlü nimet ile donatılması hakikatidir. İkincisi ise, bedenin bilincimizi oluşturan ruhumuzun gelişmesi için lazım olan tüm teçhizatla donatıldığı hakikatidir.

Nasıl ki kişi döşekte yayılır ve istediği şekilde ve rahatça uzanır. İşte aynen öyle de dünya, bizim yaşantı alanımız için oluşturulan bir mekândır, üzerinde istediğimiz şekilde emniyet içinde yaşarız.

Hem de bedenimiz, bilincimizi oluşturan ruhumuz için yayılım alanıdır ve üzerinde istediği şekilde faaliyet göstermektedir. Ayrıca ruhumuz, bedenimizi kullanarak üzerinde tasarruf etme gücüne de sahiptir.

Bu ayet şu yanlışı da düzeltiyor; bilinmeyen eski bir zamanda Allah’ın kişi için yazdığı kaderi, kişi yaşamak zorundadır ve bu yazılan kader üzerinde, insanın değişim gücü yoktur, düşüncesinin gerçeği yansıtmadığı hakikatidir.

İşte bu ayet bu yanlış düşünceyi açıkça reddeder ve der ki, bedenin döşek gibi sana serilmiş olup Allah’ın hükmü dâhilinde belirlenen sınırlarda serbestsin ve istediğin ameli işleyip sonucuna da katlanacaksın.

Semayı da tavan eylemiştir. İşte ilham kaynağın olan seman senin üzerinde seni kaplamış haldedir. Semandan üzerine yağmur gibi akan ilhamlarla özüne ekilen tohumları yeşertte yeşert.

Buradaki sema, dünyanın göğü anlamına geldiği gibi, kişinin bilinç yani şuur yapısını saran esma mertebesinin üzerine dokuduğu nakşa da işaret eder. Semadan yağan yağmur yani su nasıl ki yağar ve toprak yeşerir, aynen öyle de bilincimize mana semamızdan akan akıntı ile bizdeki kuvveler güçlenir.

İnsan Allah’a yeryüzünde halife olduğu için, insanda Allah’a ait olan tüm kuvveler, yerde yani insani bedende tohum olarak şeklinde adeta dokunmayacaksan dahi kendi kendine nakşı zuhur edecek bir şekilde içine ekilmiştir. Ufacık bir tepkime ile işlenen nakış dokumaları hızlıca yeşerip kabarır.

Tıpkı yumurtanın içine işlenen tavuğun tüm özellikleri gibi… Ufak bir tepkime oluşturan sıcaklık ile içinde işlenen doku, hızlıca şekil alıp civciv şeklinde filizlenerek bu dünyada yepyeni bir varlık olarak zuhur eder.

İşte semasından akan yağmur ile ekilen tohumlar, bilinç dünyasında kuvveler şeklinde yeşerir, tıpkı yerdeki tohumun su ile yeşermesi gibi.

Semamızdan akan Allah rahmeti ile semereler yeşerir ve o semereler bize yaşam gıdası olur. Bu beden bizde iken yeşerttiğimiz manalar kadar açılımlar ruhumuza yüklenir.

Yani kuvveden fiile çıkardığımız öz manalarımız ile rububiyet mertebemizi genişletiriz. Ve bilfiil yaşam tarzı olan kuvveler azığımız olur. Geri kaldığımız kadar da semerelerden mahrum kalırız.

Bizdeki tohumların yeşermesi sonucunda ise, Allah’a endadlar oluşturmayalım, yani onun malını ona ortak etmeyelim. Ayrıca bizde ve tüm varlıkta Allah’a ait olup yaratılmışlarda zuhur eden kuvveleri, Allah’a rağmen kuvveler olduğunu söyleyip tüm bu tecellilerin sahibi olan Allahı unutup, varlıklarla zuhura gelen bu tecellileri bile bile Allah’a ortaklar etmeyelim. Veya varlıklara bakıp onlarda gördüğümüz yeşermeyi onlara ait bilmeyelim.

Her varlıkta seyir ettiğin tüm kuvveler, her varlığın özünü var eden rabbinden yansımadır. Zaten kendi varlığımızı seyir ettiğimizde, tüm kuvvelerimizin özümüzden bize doğru aktığına şahit oluruz.

Öylece her şeyin Allah’tan olduğunu biliyorsunuz diyor ayeti kerime. Madem biliyorsunuz her şey Allah’tan, o zaman hiçbir kula kul olmadan ve sırf Allah’a dayanarak yaşayın ki, sizdeki kuvvelerin yeşermesi hep devam etsin.

Ayrıca kendinizde ne kadar kuvve hissederseniz hissedin, tümünün de Allah’tan gelmekte olduğu bilerek yaşayın ve öylece şirkten arının diyor rabbimiz.

BAKARA SURESİ 23. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
وَاِنْ كُنْتُمْ ف۪ي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِه۪ۖ وَادْعُوا شُهَدَٓاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ

AYETİN OKUNUŞU:
Ve-in kuntum fî raybin mimmâ nezzelnâ ‘alâ ‘abdinâ fe/tû bisûratin min miślihi ved’û şuhedâekum min dûni(A)llâhi in kuntum sâdikîn(e)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Eğer siz kulumuz üzerine indirdiklerimizden bir şüphe içindeyseniz, eğer bu şüphenizde doğru iseniz, sizde Allah’ın dışındaki diğer şahitlerinizi çağırın ve bizim indirdiğimizin misliyle bir sure haydi getirin.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Yüce rabbimiz değişmez düzenini bize sunmak ve bizi uyandırmak için Hz. Âdem aleyhisselamdan günümüze yüz yirmi dört bin nebi ve üç yüz on üç tane resul yani peygamber gönderdi. İlk insan olan Hz. Âdem aleyhisselamı nübüvvet ile donanımlı olan ilk resul olarak, nesline Allah’ı ve düzenini anlatmakla görevlendirildi. Böylece inanç ve rabbin yolu ilk insanla iletildi.

Hz. Âdem aleyhisselamın dili sırf Rab’ça idi. Tek seyri ve yönelişi tüm esma kuvveleri ileydi. O manalar ruhunda suretleşip sonra dışarıya yansıdı. Buna kuvveden fiile çıkış dendi.

Dünyaya inince, yani bedenin kısıtlamaları içinde kendisini bulunca da, bedenin etkileri sonucu ve bedenin yaşam tarzı gereği yeni yeni kavramlar türedi. İnsanlık çoğaldıkça yeryüzüne yayıldı.

Yeryüzüne yayılan insanlık ise, göç ettiği coğrafyanın rengini aldı. Tadını alıp ten rengi değişti. Dil ve lehçeler çoğalıp ortaya bin bir türlü dil çıktı. Ama Rabbe götüren kavramlar hep aynı kaldı. İnsanlar rabbe götüren yoldan uzaklaştıkça, Rabbul âlemin yeni bir nebi veya resul yani peygamber gönderdi, ya da veli ile insanları aydınlattı.

Nebilerden insanları yeni bir anlatım tarzı ile uyaranlar ise, resul olarak isimlendirildi. Yani her rasul nebi olduğu halde, her nebi rasul değildir. Dolayısıyla hatmunnebi olan Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz ile risalet ve nübüvvet yolları kapanarak, Allah’tan insanlığa direk inen veya vahiy meleği ile inen mukaddes seda son buldu.

İnsan, Allah’ın yarattığı mahlûkatı içerisinde, Allah’ın yarattığı düzeni bozabilme yeteneği ile donatılarak yeryüzüne indirildi. Ne zaman ki toplumsal yapıda aşırı bozulma oldu, işte o zaman da toplu helakler insanı buldu. Derken son nebi ve Allah’ın son Rasulu Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz, önceki rasul ve nebileri doğrulayıcı, ama onların akidelerinde ve amellerinde mutasyona uğrayan yerleri düzeltici bir görevle geldi.

İnsanların büyük çoğunluğu onu inkâr etti. Allah uyardı ve dedi ki eğer şüpheniz varsa, onun getirdiği gibi bir kitap getirin ve onun anlattığı gibi kurulu düzeni anlatın dedi. Onun mislini oluşturmak ne hadlerine…

Getirilen sureler gibi sureler oluşturmak için kurullar kuruldu. Ama heyhat Kur’andaki ayetler gibi böyle müthiş ve veciz bir şekilde hakikatleri gayet mükemmel bir anlatım ile anlatım oluşturamayıp aciz kaldılar. Allah ayetle insanlığa meydan okudu. Allah yanı sıra diğer şahitlerinizi de çağırın dedi.

Onlar nerde, getirmek nerde, aciz olarak bir birlerine bakakaldılar. Şahitlerde kayaya sert çarptılar da bir sure getiremediler. Bu defa insanlığı, Rabbın değişmez dili olan ve insanın ruh ve vücut yapısı ile birebir uyumlu olan a”RAB”çadan uzaklaştırmak için ellerinden gelen şeytaniyeti yaptılar.

Kişi ister inansın ister inanmasın, ister anlamını bilsin ister bilmesin, orijinal a”RAB”ça olarak yapılan zikirler ve dualar insanın ruhu ve bedeni tarafından faaliyete geçirilir. Onun için, ayet ve hadislerden öğrendiğimiz ve arabça diliyle yaptığımız duaların tekrar edilmeleri suretiyle yaptığımız zikirler ile Allah’ın esmalarının zikirleri de hiç anlamını bilmezsek dahi, ruh dünyamızda değişim oluştururlar. Çünkü a”RAB”ça ile insan ruhi yapısı arasında birebir uyum vardır. İnsanın ruhu, şuuru, sırrı, hafisi ve ahfası bire bir a”RAB”ça ile uyumludur.

Madem Allah yanı sıra tüm şahitler de a”RAB”ça olan Kur’anın sureleri gibi bir sure getiremedi ve getirmekten de acizdirler. O zaman bize kalan, tam bir teslimiyet ve sıdk ile ona yönelmek ve içinde kendimizi bulmaktır. Allah cümle insanlığı okunan Kur’an ile buluştursun.
BAKARA SURESİ 24. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ الَّت۪ي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُۚ اُعِدَّتْ لِلْكَافِر۪ينَ

AYETİN OKUNUŞU:
Fe-in lem tef’alû velen tef’alû fetteku-nnâra-lletî vekûduha-nnâsu velhicâra(tu)(s) u’iddet lilkâfirîn(e)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Ama bunu şimdi yapamayacağınız gibi ileriki zamanlarda da yapamazsınız. Madem bunu yapamazsınız; o zaman, yakıtı insanlar ve taşlar olan ve kâfir olanlar için vaat edilen ateşe girmemek için korunun.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
İnsandan okunan Allah’ın düzenini olduğu gibi anlatmak ve veciz bir şekilde insanların istifadesine sunmak ancak mutlak bir vahiyle gerçekleşir. Kişinin bilinci vahiyle desteklenmeden, Allah’ın düzeninden insanı ilgilendiren kısmı katıksız okuması ve yaratılan düzeni tümüyle seyir etmesi mümkün değildir.

O yüzden de, vahiyle desteklenmeden kitabullahı okumaya çalışan ehli kitabın bakışları, kısmi bakışlarla sınırlanarak kısıtlı olmuştur. Ayrıca Kur’anın benzerini getirelim diye işe koyulanlar, hep eli boş döndüler. Ayrıca geriye dönünce de hayrete daldılar. Milleti kandırıp Kur’anın hakikatinden alıkoymak için de ne yapalım, ne edelim diye planlar yaparken, en iyisi sihirbaz diyelim diye anlaştılar. Hani sihirbazlık biraz daha soyutumsudur ya…

Bunun üzerine Rabbul âlemin uyardı ve dedi ki, “madem bu Kur’an gibi bir kitap oluşturamıyorsunuz”, burada dikkat edersek, “lem” edatı ile gelmiştir.

Hemen sonra ise, ileriki zamanları da mühürlemek için ve ileriki zamanlarda da bu işi yapamazsınız diye insanlara meydan okumak için, sonraki fiilin başına “len” edatı konularak insanların dikkatine sunulmuştur. Çünkü “len” edatı, başına geldiği fiillere, bu işi asla ve asla gelecekte de yapamazsınız anlamını katar. Bu iki edatın burada gelmesi çok önemli olup başlarında oldukları fiillere kattıklar anlamlar başka başkadır.

Madem öyle, o zaman korunun ateşten. Allah burada ateşin cinsini de haber eder. İnsanı ve taşı yakar, der. Taş kişinin görünen bedensel yanını temsil eder. İnsan ise, kişinin görünmeyen mana yanını temsil eder.

Hani derler ya taş kalpli, yani manayı terk ederek, hem ruhunu besleyen tüm rahmetten yoksun kalarak hem insani tarafını unutarak iç âlemi taşlaşmış bir şekilde, bedensel dürtülere dönük olarak yaşar.

Aslında adımızın insan olması, özümüzde var olan insanı kâmilin özelliklerini zuhur gücü olduğundandır. Yoksa et kemik bedenin büründüğü canlı varlık değil. Bu canlı varlığın aynısı öküzde de var. Maymunda da var.

Bunu kısaca izah ettikten sonra kişinin cehennemde yanmasını şöyle düşünebiliriz.

Kişi cehennemde hem bedenen, hem de insani yanı itibariyle manen yanacaktır. Bu cehennem ateşidir. Bir de Allah’ın azabı var ki, o da kişinin nefsi olarak yanmasıdır. Bu da ekber olan azaptır.

Evet, işte bu azap, en büyük gerçek olan, Allah’ı ve düzenini inkâr edenlerin nasipleneceği durumdur. Allah bizlere daimi şuuru nasip etsin de bizi bir an olsun bize terk etmesin.

Senden sana sığınıyorum der Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz. Yani bende var ettiğin kuvvelerin senden geldiğini biliyorum. Ancak sana sığınıp bendeki kuvvelerin senin nimete erenlerin kuvveleri olarak zuhur edebileceğini de bilerek sana sığınıyorum. Aslında Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz bize yolunu gösteriyordu. Çünkü o zaten korunmaktaydı.

Uruç kulun Allah’a yaklaşmasıdır. Nüzul Allah’ın kula yaklaşmasıdır. Kişinin, namazın ikamesi dışında yaptığı her amel uruç içindir. Namaz ise, nüzuldür. Hani kadir gecesi melek ve ruh dünya semasına nazil olur ya, işte aynen öyle. Namazda rabbimiz bilincimize nazil olur. Tövbe süresine bakın, ilk ayet Allah’tan bir beraattır diye başlar. Hani dilekçelerde üst makama arz edilir, alt makama rica edilir, işte onun gibi bir şey.

Ufak bir not ile bu ayeti de bitirelim. Namaz mü’minin miracıdır. Peki, Miraç nasıl gerçekleşir. Bunu hiç mi düşünmeyiz? Miracımız olan namazı normal şartlarda bir insanın uruç ile yapması mümkün değildir. Namaz niyetiyle beraber Allah, kuluna nüzul eder. Bu nüzul ile kul, miracını tamamlar. Yoksa kulun ne haddine ki, kendi sanal benliği ile miracını tamamlaya bilsin.
BAKARA SURESİ 25. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
وَبَشِّرِ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُۜ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًاۙ قَالُوا هٰذَا الَّذ۪ي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَاُتُوا بِه۪ مُتَشَابِهًاۜ وَلَهُمْ ف۪يهَٓا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ

AYETİN OKUNUŞU:
Vebeşşiri-lleżîne âmenû ve’amilû-ssâlihâti enne lehum cennâtin tecrî min tahtihe-l-enhâr(u)(s) kullemâ ruzikû minhâ min śemeratin rizkan(ﻻ) kâlû hâże-lleżî ruziknâ min kablu veutû bihi muteşâbihen velehum fîhâ ezvâcun mutahhera(tun)(s) vehum fîhâ ḣâlidûn(e)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Ve müjdele ki; altlarından ırmaklar akan cennetler, kesinlikle iman edip salih amel işleyenler içindir. Onlara benzer rızıklar verildiğinden, her ne zaman oradaki rızıklarla rızıklandırıldıklarında diyeceklerdir ki, bu daha önce de rızıklandığımızdandır. Onlar için orada tertemiz eşler vardır. Ve orada süresiz kalacaklardır.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Allah önceki ayetlerde tüm insanlara hitap etti ve özlerinin var oluş sistematiği olan kuvvelerin sahibini tanımaya davet etti. Bu ayette ise, sadece davete icabet edenler müjdelendi.

Hem dikkat edin ki, sadece iman etmenin yeterli olmadığını bu ayet özellikle vurguluyor. İman ve amel arasında “و-ve” edatı vardır. Arada “و-ve” edatı gelen yerde bahsedilen konular eşit olarak faaldir. Örneğin söylesen ki, Ali ve Ahmet geldiler. Bu demek oluyor ki ikisi beraber gelmiştir. Biri gelip de diğeri gelmemiş olamaz. Ama veya edatı öyle değildir, bunun Arapçada ki karşılığı “أو-ev”dir. İşte bu ayette rabbimiz diyor ki, davetime icabet eden kişiler; iman edip, imanın icabı olan filleri işleyenlerdir.

Ne Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin devrinde, ne de hulafe-i raşidin devrinde iman ve salih amel ayrılmadı. Daha sonra ortaya çıkan bazı kişiler iman ve ameli ayırdılar ve İslam toplumu bin bir türlü hezimete uğradı.

Kur’anda iman ve salih amel hep beraber gelmişken, sadece imanı öne sürüp salih amel ihtiyacını ikinci plana atanlar, bu minvalde hadisler bile uydurdular.

Öylece iman eden insanlar, amel de gevşemeye başladı. Çünkü kişideki nefsi emmare, ameli salihten hoşlanmaz. Sonra da, nasıl olsa imanım var ve kurtulacağım düşüncesi, kişi de hâkim olmaya başladı. Bu da iman ettiğini sanıp bin bir günaha duçar olmayı doğurdu.

Bakın ayete, bir daha iyi bakın ki, iman ve salih amel edenlerin Allah’ın müjdesine hak kazandığını söylüyor. Bu şekilde bir hayat sürenlerin altından ırmaklar akan cennete gireceği müjdeleniyor. Yoksa derdi ki, iman edenler cennete girecek.

İşte ayet sırf imana bağlı cennet beklentisinin üzerini çiziyor ve diyor ki, cennetten nimetler sunulunca derler ki, daha önce de bu nimetleri tattık. Burası çok önemli, yani cennet nimetlerinin daha önce tadılan nimetlerle benzer olduğu söyleniyor. Ama dikkatinizi çekerim ki, burada daha önce tattık derken dünyada tattık demiyor cennet ehli.

Daha önce tattığımız nimetlere benzer derler. Bunu anlamayan kişiler derler ki, işte elması armudu havucu soğanı şeftalisi gibi nimetler ve insan neslini çoğaltıcı eylemin misli nimetler olduğunu düşünürler.

İşte bu nimetler dünya geçimliğidir ve dünya hayatının süre gitmesi içindir. Cennette tadılası nimetleri hiç bir kul hayal bile etmemiştir. O nimetlerin hayali insan zihnine düşmemiştir. Nasıl da şuursuzca karar veriyoruz ve dünyamızı cennete taşıyoruz.

O zaman orada o nimetler tadılınca, daha önce tattığı benzer nimeti nerede tattı ve nasıl tattı. Olayın üzerinden perdemiz kalkmadığı için anlamıyoruz ve buradaki dünya aklıyla bunu anlamamız mümkün değildir.

Duymuşuz bazı menkıbeleri ki, veli cennet üzümü getirmiş diye ve üzerine birçok hikâye hayal etmişiz. Hele Hz. Meryem filminde izlediğimiz üzüm hiçte cennet üzümü değildi. Bu filimler cenneti bile küçümsediler. Hele Allah resullerini tasvir edip yerine kullandıkları artistler, çok yazık ettiler.

Hz. Eyüp derken filmdeki artist canlanıyor hayalimizde. Hz. Hamza derken çağrı filmindeki kişi canlanıyor. Öylece insanda, peygamberler ve sahabelerle olan ruh rabıtası kesiliyor. Dolayısıyla o filmleri izlemek, ruh dünyamızı daraltmaktan başka bir işe yaramıyor.

Hz. Yusuf derken zihnimizde İranlı artist canlanıyor, yazık ki ne yazık. Kalbimize derin derin manalar akacağına, bilincimiz o artislerle irtibat kurduğundan, o artislerin bilinç dünyası bize akıyor, bunlar maksatlı olup şuurumuzla oynanarak bilinçaltımız kirletiliyor. İzlenilen diziler, haberler ve toplumda yaşanılan yanlışlar ile de bilincimiz kapkara oluyor.

Her eve giren TV, insan fıtratına aykırı yayınlarla, insanları deccalın sofrasına götüren en büyük musibet olmuştur. Öylece toplumda mana namına bir şey kalmadı. Her şey görsel ve maddi olarak aranmaya başlandı ve yazık oldu.

Dünyada amel işleyen iki grup insan vardır…

İnsanların büyük çoğunluğu aynı grubu teşkil eder ki, Kur’an bunlara sağcılar der. Onlar denilen emir ve yasaklara şüphesiz iman eder ve yap denileni yapar, yapma denileni yapmaz ve iman ile amele bağlı cennetlere ulaşırlar.

İkincisini Kur’an, öncüler olarak tanıtır. İşte bunlar ise, ne yaptıklarını bilerek yaparlar. Bu bilmeye dönük olarak cennet nimetlerinin verdiği tadı ara ara hisseder ama ne olduğunu anlatamazlar. Çünkü insan hayalinin hayal edemeyeceği güzellikleri işte cennette o nimetleri tadınca, derler ki daha önce de bu nimetleri tattık. Ama dünyada değil, yani et kemik beden de değil şuursal yapıda yani bilinçte.

Sırf iman ve teslimiyetle yol alanlarda da ara ara o nimetlerin verdiği coşku hissedilir, ama kişi bu coşkunun kaynağını bilemez ve tarif edemez. İçi bir güzel olur hepsi o kadar.

Hem cennette tahir zevceler vardır ki şirkten arınmış olarak yaşam arkadaşı olurlar. Şirk olan yerde mutluluk olamaz. Hem insan tek başına da mutlu olamaz. İlla ki insan, içten hemhal olan bir arkadaş arar. İşte cennette de pak zevcelerle sonsuza dek yaşam sürecek.

Allah bizlere de cennete ulaşmayı kolaylaştırsın, hem cennet ehlinin ulaştığı amellerle donatsın. Bu yazıları okuyan tüm insanlarla beraber orada buluştursun. Hepimiz hep beraber biiznillah…

BAKARA SURESİ 26. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
اِنَّ اللّٰهَ لَا يَسْتَحْي۪ٓ اَنْ يَضْرِبَ مَثَلًا مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَاۜ فَاَمَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْۚ وَاَمَّا الَّذ۪ينَ كَفَرُوا فَيَقُولُونَ مَاذَٓا اَرَادَ اللّٰهُ بِهٰذَا مَثَلًاۢ يُضِلُّ بِه۪ كَث۪يرًا وَيَهْد۪ي بِه۪ كَث۪يرًاۜ وَمَا يُضِلُّ بِه۪ٓ اِلَّا الْفَاسِق۪ينَۙ

AYETİN OKUNUŞU:
İnna(A)llâhe lâ yestahyî en yadribe meśelen mâ be’ûdaten femâ fevkahâ(c) feemme-lleżîne âmenû feya’lemûne ennehu-lhakku min rabbihim(s) veemme-lleżîne keferû feyekûlûne mâżâ erâda(A)llâhu bihâżâ meśelen yudillu bihi keśîran veyehdî bihi keśîra(n)(c) vemâ yudillu bihi ille-lfâsikîn(e)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Muhakkak ki Allah, bir sivrisineği veya onun üstünde olanını örnek vermek suretiyle size darp vurmaktan hayâ edip çekinmez. Gerçekten iman edenler bunun kesinlikle rablerinden gelen bir hak olduğunu biliyorlar. Ama gerçeği örtüp küfredenler ise derler ki, Allah bu örnekle ne irade etti? Bu örnekle çok kişi sapıttığı gibi, çok kişi de doğru yolu bulur. Ama bu örnekle günaha dalanların dışında kimse sapıtmaz.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Allah’ın kitabından bize sunduğu ayetlerini her okuduğumuzda, yeni bir tecelli olarak ve yeniden inmiş gibi hissederek okuyalım ki, her bir ayet yaşantımızda yeniden otursun. Çünkü Kur’an zamansız ve mekânsız yerden oluşan tecellidir. Bu ayet uyanmamız için müthiş bir örnektir.

Şimdi ayete bir göz atalım…

Allah; bir sivrisineği örnek olarak vermekten utanmaz. Çünkü bir sineği dahi müthiş bir sanatla yaratan odur. Sivrisinek deyip geçmeyelim. Ufacık bir hayvan olduğu halde sahip olduğu maharet adeta göz doldurur.

Tam teçhizatlı bir teknisyen misali çalışır. Hem bir anestezi uzmanı hem de tam bir hacamat ustasıdır. Hem insanın derisinin altında tonlanmış olan atık kanı emerek insan için şifa kaynağı olur. Hem de emdiği kanla kendi neslinin devamını sağlar.

Ayrıca Allah, sivrisinekten daha üst donanımlı başka bir yarattığını da örnek olarak vermekten utanmaz. Allah mutlak güç sahibi olduğu halde nasıl olur da utanır veya utanmaz dersiniz. Çünkü Allah, birçok ayette kullarının anlayışına tenezzül ederek onlara hitap eder. Yoksa sınırlı algılamaya sahip olan insan, nereden çözsün sonsuz ve sınırsız olan ezeli sırları.

Örneğin kişi, içinde bulunduğu toplumda yersiz bir şeyden bahsederse veya çok marifetli bir grup insanın yanında düşük kalitede bir şey söylerse veya mahrem olan bir özelliğini açığa vurursa, sonra kendi kendine kalınca içten içe utanır.

Bazen kendi kendine düşündükçe kızarır veya yumruğunu sıkar da niye o davranışta bulunduğunu düşünür. Ama Allah’ın yarattığı her varlık ayrı bir harikadır. Hem düşük bir yaratık yoktur ki utansın. Hem yaratılan her varlık içinde bulunduğu ortamı en iyi idare edecek statüde yaratılmıştır ki, daha ötesi düşünülemez.

İman edip her gücün ve oluşan her kuvvenin Allah’ın gücü ve kuvvetiyle oluştuğunu kabul edenler ve öylece inançlarını yaşayanlar bilirler ki; var olan her bir varlık bulunduğu ortamın hakkını yerine getirmek üzere yaratılmıştır. Var edilen varlık, haktan bir tecelli olup rabbul âleminden sunulan bir yaratılış numunesidir.

Dünya ve içindekiler insanın en güzel şekilde yaşaması için, en mükemmel olarak düzenlenmiştir. Boşuna hiç bir şey yoktur ve dünyada var edilen her şey, dünyanın son misafiri olan insanı en güzel şekilde ağırlamak içindir.

Hani değerli bir misafir eve gelecekse, günlerce hazırlık yapılır, yerler temizlenir, camlar silinir, yemekler pişirilir, tatlılar yapılır, son rötuşlar yapılır da misafir gelince ağırlanır. Misafir gidince ise, tekrar normal yaşantı devam eder. İşte insan da dünyaya misafir olarak gelecekti.

Allah yaklaşık beş milyar yıl önce dünyayı var etti ve gerekli tüm depolamayı yaptı. Yer altı yer üstü tüm hazırlıklar tamamlandı da insana zarar verecek tüm hayvanlar yok edildi. Kalan hayvanları da dünya dengesini sağlamak için bıraktı ve misafir teşrif etti. İşte imanı olan der ki, sivrisinek örneği rabbimden bir haktır ve Allah onu benim için var etmiştir.

Ama iman etmeyen yani Allah gerçeğini gizleyen ve kendi sanal benliğini mutlak benlik zannederek, bedensel dürtülerle hemhal olan kişi ise, Allah’ın sivrisinek örneği ile kendilerine yaptığı darp ile Allah bununla ne demek istedi deyip bilinçsizce güler. Aslında ahmaklığına güler. Ufacık hayvanda var edilen müthiş sanatı tefekkür etmeden murdar bir hayvan olduğunu zanneder.

İşte Allah; bir örnek ile çok kişiyi hakka vasıl edebilir ve bir örnek ile de çok kişiyi dalalette bırakabilir. Yani örneği vermekle kendisini nimete erenlerin mana kuvvelerine kilitleyen kişi, özünde dirilttiği dalalete götürücü esma kuvvelerinin yeşerttiğini yani inkârını gün yüzüne çıkarır ve alay eder de bu alay daha da katranlaşmasını sağlar. Son kelimeye dikkat edin ki, dalalette olanlar ancak fasıklardır der rabbimiz. Allah dalalette bırakır olayını ise, önceki ayetlerde detaylı olarak yazdığımız için tekrar yazmayalım.

Sakın sanmayın ki, sihirli değneğiyle dışsal bir güç kişiyi sapıklığa iter. Sakın ha sakın bu ayetleri öyle düşünmeyin. Allah dalalette bırakır derken olayın iç yüzünü bilmediğimizden fikir dünyamız başka yerlere kayıyor. Fikir dünyamızın doğru bir şekilde düşüne bilmesi için öz yapımızı iyice bilmeliyiz.

Öz yapımız, Allah’ın zatının ışıldayan nurundan bir tutamının yoğunluğunun düşürülmesi sonucu Allahın ilmiyetinde var olan varlıklarız. Bu bir tutam nurun içeriği olan kuvvelerin musavvir esması gereği şekillenerek oluşmuş bir birleşimden başka değiliz.

İşte kişi kendisine tevdi edilen ilim, irade ve kudret ile hidayete erdirici kuvveleri kendisinde diriltirse, hidayet bulur. Kişi hidayete erdirici kuvveleri diriltmezse, şirk ve küfürle haktan uzaklaşırsa, kişide otomatik olarak mudil esması açığa çıkar ve dalalette olur.

Tüm kuvveler Allah’a ait olduğu için, Allah hidayet etti deriz veya Allah dalalette bırakır deriz. Hidayete erdirici kuvvelerimiz de ancak, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin sünneti seniyyesine yani yürüdüğü yola icabet etmekle gerçekleşir. Yoksa mudil esmasına ayna olarak delalette kalanlardan oluruz.

Onun için de olay, Allah’ın hidayete erdirdiğini kimse sapıtamaz, Allah’ın saptırdığını da kimse hidayete erdiremez diye tabir edilmiştir. Cümle kurarken cümlenin içeriğini iyi analiz edelim ki, bilinçaltımız kast edilen manayı istenilen şekilde ve doğru bir düşünceyle düşünce dünyasını şekillendirsin.

Allah’ın yarattığı mükemmel ve kusursuz bir düzen işleyip gidiyor. Biz de bu yaratılan düzenin üzerinde değişiklikler yapma gücüne haiz olarak, hem de bu kusursuz olan düzene Allah’ın hükmü dâhilinde tabi olarak yürüyüp gidiyoruz. Allah “bildirt”mez ise bir şey de bilemeyiz. Her şey ondan ona seyir halinde ve kusursuz bir şekilde işleyip gidiyordur.

Kısa bir not ile bu ayeti de bitirelim. “Biz her insanın kaderini kendi çabasına bağlı kıldık” İsra suresi 13. ayeti ile şunu idrak edebiliriz… Kişi kendi çabası kadar rububiyet dairesini genişletir. Genişlettikçe de kaderden yani miktardan yani hisseden payını arttırır. Kader senin hak ettiğin miktar kadarındır. Rabbin yazar yani rububiyet dairen sana sunar. Bu daire zikirle tefekkürle ve elindekini değerlendirmekle yani şükür etmekle genişler. Yani Allah bu çemberini genişletir.

Şükrederseniz nimetimi arttırırım, küfrederseniz azaltırım der rabbimiz. Şükür şudur ki, elindekini yani rububiyet dairende sahip olduğun rızkını Allah’ın senden kullanılmasını istediği şekilde değerlendirirsin.

Öylece rububiyet çemberin genişleyerek idrakin ve sahip oldukların bambaşka olur. Yani kaderin değişir ve aldığın hisse çoğalır. Dua kaderi değiştirir demedi mi Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz? Ne de az düşünüyoruz, Allah idrakimizi açsın da olayları fark edip gerekli amelleri işleyelim.

BAKARA SURESİ 27. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
اَلَّذ۪ينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللّٰهِ مِنْ بَعْدِ م۪يثَاقِه۪ۖ وَيَقْطَعُونَ مَٓا اَمَرَ اللّٰهُ بِه۪ٓ اَنْ يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِي الْاَرْضِۜ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ

AYETİN OKUNUŞU:
Elleżîne yenkudûne ‘ahda(A)llâhi min ba’di mîśâkihi veyakta’ûne mâ emera(A)llâhu bihi en yûsale veyufsidûne fi-l-ard(i)(c) ulâ-ike humu-lḣâsirûn(e)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Allah ile sözleşme yaptıktan sonra verdikleri sözü bozanlar, hem Allah’ın birleştirilmesini istediğini kesenler ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlar, işte onlar hüsrana uğrayanlardır.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Hakkın hidayet eli bizlerle buluşsun ki dualarımız özümüze inmeye vesilemiz olsun diyerek bu ayete başlayalım. Allah bize tüm ortamı hazırladı da, bizi dünyaya misafir etti. Yaşam gıdası için gerekli tüm her şeyi hibe etti de bizden ne istedi?

Çok değerli bir misafirinizi ağırlamak için çağırdığınızda, ya onunla bazı antlaşmalar imzalamak veya sohbet edip hasbıhal etmek için çağırmışsınızdır. İşte, Allah bizi dünyaya oyun olsun diye davet etmedi. Bir amaç vardı ve bu amacı gerçekleştirmek için ağırladı bu dünyada. Gelmeden hemen önce de sözleşme yaptı.

Evet, evet Allah insan ile sözleşme yaptı. İnsanın spermi babasından alınıp rahme yerleştiğinde, Rabbini bilir kabiliyet yüklenerek şekilleniyor.

Nasıl ki, bebek annesinin sütünü emecek idrak ile doğup otomatik olarak annesinin sütünü emiyorsa ve sütü tutması onunla annesi arasında bir akit ise ve bu akdi kimse onlara imzalatmıyorsa ve otomatik bir sezgi ile oluşuyorsa, işte bizlerde aynen bunun gibi Rabbimizle aramızda akit imzalamışız.

İşte bu akit, yaratıldığımızda yaratılış hamurumuzda otomatik bir imzalama ile hâsıl oluyor. Yani o bilinçle var edilmişiz.

Ayette diyor ki, kim bu akdi bozarsa; nasıl ki, bebek ile anne arasındaki süt emme akdi olmasına rağmen hangi bebek süt emmiyorsa aç kalacaktır ve zarar edecektir, işte onun gibi, Allah istemiştir ki bu akit yani sözleşme sağlam olsun.

Kul ile rabbi arasında nimete eren kişiler gibi sağlam bir kenetlenme olsun. Öylece kul, Rabbul âlemine rıza dâhilinde vuslatını tamamlasın. Kim bu kulluk ve rablık akdini bozarsa kendisi zarar edecektir. Çünkü rabbul âleminden mahrum olarak kendi içsel kuvvesi kadar tasarrufta bulunacaktır. Sonrasında ise, kaybedenler ordusuna katılacaktır.

Yer, külli manada beş duyu ile kişinin algıladığı tüm âlemlerdir. Cüzi manada ise, kişinin bedenine işaret eder. Kişi yerde fesat çıkardığında, külli manada yeryüzünü ifsat edip bozar.

Ferdi manada ise, kendi bedensel yapısını ifsat edip bozar. Yeryüzünde fitne ve fesat çıkarıp halkları birbirine düşman eder. Kin ve nefret kusturup halkı zıvanadan çıkartır. Öylece insanların huzurunu kaçırıp sulh içinde yaşamı engelleyerek huzur içinde ibadetlerini yapmasına mani olur.

Ayrıca kendi bedeni üzerinde de tahribatlar yapar. Veya ruhuna zarar verici hasletlerle yani günahlarla kendi manevi yapısını tahrip eder. Öylece hakka vermiş olduğu ahdini bozar. İşte onlar zarar edenlerdir diyor rabbimiz.

Günahlar ruhumuzda tahribatlar yapar ve özümüzle bedenimiz arasında kesif perdeler oluşturur. Kişi özüne ermede pasifleşir ve rabbiyle yaptığı akde zarar verir ki, bu da kişi için manevi ölümdür.

BAKARA SURESİ 28. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللّٰهِ وَكُنْتُمْ اَمْوَاتًا فَاَحْيَاكُمْۚ ثُمَّ يُم۪يتُكُمْ ثُمَّ يُحْي۪يكُمْ ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

AYETİN OKUNUŞU:
Keyfe tekfurûne bi(A)llâhi vekuntum emvâten feahyâkum(s) śumme yumîtukum śumme yuhyîkum śumme ileyhi turce’ûn(e)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Allah ile kaim olduğunuzu nasıl inkâr ediyorsunuz? Sizler ölüydünüz, o sizi diriltti. Sonra sizi ölü yapacak, sonra da sizi diriltecek, sonra da ona döndürüleceksiniz.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Bu ayet ile yeni sezintilere ulaşmayı Allah kolaylaştırsın. Hakkın hakkını hak olarak halka tecelli etmede bizde kuvvet doğsun ki, bu kuvvet ile hakkı ayakta tutup zalim ve mazlum olmaktan sıyrılalım. Bu dilekten sonra ayetten anladığımıza geçelim.

Allah’a küfredip hakikatinizi nasıl gizliyorsunuz? Ölü idiniz o sizleri diriltti. Sonra sizleri yine öldürecek, sonra sizleri yine diriltecek. Sonra da döndürülüp ona götürüleceksiniz. Ölüp dirilerek birçok safhayı yaşayacağız. Bu ölüp dirilmeler aynı mekânlarda değil, mekânlar arası geçiş için kullanılan tabirlerdir. Bu ayette iki ölüm halinden bahseder. Bu iki ölüm ayrı ayrı ölümlerdir.

Burada kullandığımız ölüm kavramı, bizim dünyadan göç etmek anlamında kullandığımız ölüm tabiri değildir. Çünkü bu et kemik beden ruhu yüklenecek kıvama geldikten sonra kendisine ruh üflenildiği ilk andan itibaren, artık bizim benliğimiz yani nefsanî varlığımız sonsuza dek yaşayacaktır. O zaman bu ayette geçen ölüm halleri hangileridir?

Şimdi… İnsan sulbü, babanın belinden alınıp rahme yerleşince, o andan itibaren kişi varlık âleminde yerini almak için yola koyulur. Yüz yirminci güne kadar ki sürede insanii bilinci ölüdür ama beden diridir.

Yüz yirminci güne kadar ki ölülük insani ruh hasebiyledir. Çünkü hayvani ruh hasebiyle ise, cenin diridir ve tüm organları çalışır. Ama insani ruh daha üflenmemiştir. Burada geçen yüz yirmi günlük vakit için Allah, ölüydünüz o sizi diriltti der.

Yani yüz yirminci günde ruhundan üfleyerek diriltti ve artık sonsuzluk yolcusu oldu insan. Ama arada bir ölüm daha olacaktır. Hani anne karnındaki ilk yüz yirmi gün gibi olan, ruh üflenmemiş hal gibi, bir ölüm daha yaşayacağız.

Bu bedenin dünyayı terki, onun ölümü değildir. Çünkü et kemik bedenin ölümü ile ruh beden devreye girecek ve öldüğünü fark bile etmeyecektir. İşte bu ayette bahsedilen ölüm, İsrafil’in suru üflemesiyle tüm varlıkların ilmi ilahiye geri alınmasıdır. Ta ki tekrar sur çalınana kadar…

İşte iki sur arasındaki baygınlık haline işaret eder bu ayet. İki sur arasındaki kesinti yani ölümün dışında ikinci bir kesinti olmayacaktır. Bu kesintiye yakaza hali diyenler de vardır. İkinci surla beraber haşir yerinde dirilecek ve tüm insanlar aynı mekânda toplanacaktır.

O gün yer başka yer olacak, gökte başka gök olacaktır. Kıyametteki yerin ve göğün şimdiki bulunduğumuz yerle ve yukarıda gördüğümüz gökle alakası yoktur.

Sonra dünyadaki yaşantısının hesabı görülecek, akabinde sonsuzluk yolculuğu devam edecektir. Sonrasında ise tümüyle ona döneceğiz. Yani ona dönüyoruz derken şunu anlayabiliriz; bizde var olan kuvvelerde kısıtlayıcı kesimler kalkacak ve bizde var olan her kuvveyi birebir onun kuvvelerinin yansımaları olarak beşerî tüm kısıtlamaları geride bırakarak serbest bir şekilde tasarruf edeceğiz.

Tabi ki sanal benliğimiz gene de olacaktır. Çünkü hu isim zamiriyle işaret edilen mutlak hüviyet, reel benliği ile mutlak olarak tasarrufta bulunup seyirde olduğu gibi, bizde oluşturduğu sanal benlikle de, seyrine sonsuza dek devam edecektir.

Seyir eden bizler de onun adıyla tasarrufta bulunup güzellikler yaşamış olacağız. Böylece Allah’a olan halifeliğimizi mutlak hilafet şeklinde sonsuza dek yaşayacağız. Ol dediğimiz her şey hemen oluverecek. Sonsuz mutluluklar ile sonsuzluklara kanat çırpmak hepimize nasip olsun.

Bu ayeti şu not ile bitirelim… Ölüm dediğimizde gözümüzde canlanan şey et kemik bedenin ölümü oluyor. Çünkü başka da ölümün ne olduğunu bilmiyoruz. Hâlbuki beden ölümü ölüm değil beden değişimidir. Bu ayette işaret edilen ölüm ise, iki sur arası oluşan yakaza halidir, yani yokluk halidir.

Ehlullahın burada iken yaşadığı mülk kimindir sorusuna, vahit ve kahhar olan Allah’ındır cevabının bilfiil ve açıktan yaşandığı zamansız zamandır. O anda hiçbir varlık olmayacaktır. Yani bir tutam nur üzerine işlenen bireysel efal, esma ve sıfat zat âlemi, İsrafil’in nefesiyle geri alınacaktır ve sonra İsrafil de yok edilecektir. Sadece A’ma olan hal olacaktır. Ve Allah mutlak zatı olarak öz seyrini dillendirip, mahlûkattaki tüm seyrin faniliğine zatı olarak yeniden şahit olacaktır. Tüm bu oluşlar, süregiden olaylar silsilesinde, zaman ve mekândan kayıtsız bir oluş olarak, zati ilahiye ve mutlak zatına has tecellisi olarak oluşacak ki, nasıl olacağı hakkında hiçbir malumatımız olamaz. Çünkü misli dengi ve benzeri, bizim bilinç dünyamızda var edilmemiştir.

Sonra ilk önce İsrafil kün emriyle var edilecek ve sur’a üflemesiyle her varlık, var oluş âleminde yerini alacaktır. İşte iki sur arasına ölüm anı denir. Gerisi ölüm yoktur ve beden değişimi vardır.

Sur çaldıktan sonra da birçok defa beden değişecektir. Yani şimdiki ifadeyle ölüm olacaktır. Yani kıyametteki beden gidecek ve yerine Cehennemde olana öyle büyük beden verilecek ki, azı dişi Uhud dağı kadar büyük olup ona göre de kocaman bir beden oluşacaktır.

Gördünüz mü kıyametteki beden de öldü ve yerine yeni beden verildi, ama bilinç kesilmesi asla oluşmadı. Cennete gidene ise, nur beden verilecektir. Yani kıyamet günü kullandığımız beden de ölecek ve cennette gidenler, nurani bir beden ile cennette yeniden dirilecektir.

İsrafil deyip te geçme, İsrafil bir tutam nurun geçiş mahallini oluşturan ve üzerine tüm âlemlerin peydahlanması için, Allah’ın esma kuvvelerinin nakış dokumalarının işlenmesi için, ilmiyetin ulaştığı tabiri caizse kanalize olduğu makamın hüviyetleşmiş halidir. Zaten oradan bize ulaştı dokumayı rahman.

Yani olay maçı yöneten bir hakem ve ağzında düdüğü gibi bir şey değildir. İnsan çok garip bir varlıktır. Bir şey duyar ve hemen kılıfına uydurur. Çünkü onda musavvir esmasının da dokuması işlenmiş olduğundan, duyduğunu hemen şekillendirmek ister.

Hele günümüzde bu şekillenmeyi TV ile hemen görsel olarak uyarlar. Maalesef TV ile maneviyat hissi ve hayal gücü büyük ölçüde öldü ve insanlığın muazzam musavvir gücüne yazık oldu. Çünkü kişi musavvir esması ile donatıldığında, şekillendirme ve uyarlandırma kapasitesi sınırsız çalışır. Ama TV ile bunu şekillendirdiğinizde, musavvir esması o şekille kişiyi kayıtlandırır. Bu da kişi için birçok hakikatten mahrumiyet olur.

BAKARA SURESİ 29. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ لَكُمْ مَا فِي الْاَرْضِ جَم۪يعًا ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍۜ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ۟

AYETİN OKUNUŞU:
Huve-lleżî ḣaleka lekum mâ fi-l-ardi cemî’an śümme-stevâ ile-ssemâ-i fesevvâhunne seb’a semâvât(in)(c) vehuve bikulli şey-in ‘alîm(un)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Kendisiyle kaim olduğunuz Allah odur ki, yerdeki her şeyi sizin için yarattı. Sonra da göğü olgunlaştırdı. Bu olgunlaştırmayı da yedi gök olarak gerçekleştirdi. O yarattığı her şeyi kendisiyle kaim kılarak, şey’in ne olduğunu bilendir.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Gün günü kovalarken Allah muhabbeti kalbimizde karar kılsın ki saf ve som sevginin tadını damağımızda hissedelim. Şu minnacık dünya hayatından uyanırken harap bir yerde gözümüzü açmamak için gerekli çalışmalar bize kolaylaşsın. Bu kısa dua ile inşallah bu ayetimizin anlatımına başlayalım.

Bu ayet, bize Allah’ı tanıtıp hakikat yurduna davet eden ayetlerden biridir. Bu ayette öncellikle diyor ki; Allah yerde yarattığı her şeyi sizin için yarattı. Dünyaya basiretle baktığımızda, insan bedenen aciz olarak var edilen yegâne varlıktır. Bedenen kendisiyle beraber var edilen bir silahı bile yoktur. Doğduğunda aciz ve çaresiz bir şekilde var ediliyor.

Örneğin bir kurt, insani akli elde ederse, yeryüzünde bir canlı bile bırakmaz yetenekle var edilmişken, insanın ne tutan pençesi ne de parçalayan dişleri mevcuttur. Yemeklerini dahi hassas seçip pişirmek suretiyle tüketir bir vaziyettedir. Ama insanın bu çaresizliğine rağmen birde bakıyoruz ki, koca koca hayvanlar ve devasa ağaçlar adeta boyun eğmiş bir halde insana teslim vaziyettedir.

Derine inersek maddenin en ufağından en büyüğüne kadar herşey insana musahhar olmuş halde boyun eğmiştir. Yeter ki sultan yani delil olsun. İnsan, delili de aklı evvelden yansıma olan aklına yansıtıp biiznillah ortaya çıkarır.

Onun için de her yeni icat ve yaratımın sahibi de bizzat Allah’tır. Çünkü akli melekemize yansıyan tüm icat ve şuur, Allah’ın hakikati muhammediye de var ettiği aklı evvelden yansıyordur. Dolayısıyla veren ve verdiren sadece Allah’tır.

Evet, bununla beraber yer derken insan vücudunu da düşünebiliriz. Allah bedenimizi, bilincimizi güçlendirmesi için, tüm kuvveleri açığa çıkarabilecek beyinle, hissedecek bir kalp ile ve daha birçok organla donatmış ve kişinin emrine verilen beden ile de istediği şekilde semadan arzına istediği kuvveyi indirecek şekilde yaratmıştır.

O zaman bu ayeti şöyle de düşünebiliriz; Allah yeryüzünü insanın bedensel olarak gelişmesi için emrine vermiştir. Bu verilişten esas maksat ise, kendisine verilen et kemik bedenini sorunsuzca kullanıp semasından bilincine istediği manayı yüklesin.

Devamında diyor ki, semaya istiva etti. Yani semayı varlığınızla en uyumlu şekilde yaratarak bilinç ve ruh dünyanızla etkileşimli hale getirerek olgunlaştırdı.

Muttaki olan yani korunan ve gerekli çalışmayı yapan kişi ise, yeryüzünün kendisine boyun eğdiğini görecektir. Kişi kendisine boyun eğen “yer”de Allah’ın istediği şekilde tasarruf ederse, beden; kalbe ve beyine hizmet vermeye başlayacaktır.

Kalp ve beyin ise, Allah’ın düzenleyip insanı yükselebileceği kıvama getiren “sema”larla irtibata geçecek, yedi basamak şeklinde düzenlenen “sema”lardan kendisine lazım olan tüm kuvveleri kalp ve beyin irtibatlı olarak çekip getirecek ve kişilik bilincini donatacaklardır.

O her şeyin tüm mana bileşimlerini elinde bulundurduğu için her şeyi bilicidir. Yani İnsanın özüne ermesi için ne gerekiyorsa, insan için var edendir.

Tüm bu dizayn edilmişliğe rağmen, insan bedensel zevkler peşinde koşturup rabbinden gafil olursa ve Allah’ı sırf ulûhiyeti ile sadece dışsal bir ilah gibi görüp, işlediği günahlarından dolayı da tüm suçunu Allah’a yükleyip, kaderimi böyle yazdı derse, bu saçma düşünce insanı kurtarmaz. Çünkü ulûhiyetiyle beraber Allah, rububiyetiyle de bizi kendisiyle kaim eylemiştir.

Evet bizi en iyi tanıyan ve alemlerini bizim için en uygun bie şekilde dizayn eden rabbimize hamd edelim. Bize yol aydınlığı olan âlimlerimize de dua edelim ki, bize yol aydınlığı olarak ışık olmaya devam etsinler. Allah bizden razı olsun ve hakikate ermenin yollarını bize açsın ki, iki cihanda mutlu olalım.

BAKARA SURESİ 30. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰٓئِكَةِ اِنّ۪ي جَاعِلٌ فِي الْاَرْضِ خَل۪يفَةًۜ قَالُٓوا اَتَجْعَلُ ف۪يهَا مَنْ يُفْسِدُ ف۪يهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَٓاءَۚ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَۜ قَالَ اِنّ۪ٓي اَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ

AYETİN OKUNUŞU:
Ve-iż kâle rabbuke lilmelâ-iketi innî câ’ilun fi-l-ardi ḣalîfe(ten)(s) kâlû etec’alu fîhâ men yufsidu fîhâ veyesfiku-ddimâe venahnu nusebbihu bihamdike venukaddisu lek(e)(s) kâle innî a’lemu mâ lâ ta’lemûn(e)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Rabbin meleklere dedi ki, muhakkak ki ben yeryüzünde bir halife oluşturacağım. Melekler dediler ki; sen yeryüzünde fesat çıkarıp kan dökecek kimseyi mi halife olarak oluşturacaksın? Ve biz senin hamdın olarak seni tesbih ederken ve seni mukaddes bilirken… Rabbin dedi ki, muhakkak ki ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Allah’ın selamı rahmeti bizi bulsun ki rabbe halife olduğumuzun idrakiyle yaşam, yaşamımız olsun. Konu geldi hilafete, rabbimiz melekeye diyor ki yeryüzünde bir halife yaratacağım. Buradaki “senin rabbin”, bu tabir çok önemlidir, yani senin mana kuvvelerinin işaret ettiği kapsama alanına işaret eder.

Eğer meleklerin rabbi deseydi, zaten onlarda kendi kapasiteleri ile kulluktalar. Evet, rabbimiz meleklere diyor ki; yerde bir halife yaratacağım, genelde böyle anlarız. Ama ayete baktığımızda “ceale” kelimesi gelmiştir ki, “oluşturacağım” anlamına geliyor.

Olay şöyle oluyor; Allah Âdem’i yaratıyor, yani bedenen insan ama daha ruhundan üflememiş, zati zevk seyrini tattırmamış ve tüm isimlerini daha öğretmemiş vaziyetteki insan olarak yaratılan ilk varlık.

Yani bedenen insan olacak ilk insani bedeni yokken var ediyor, ama sonsuzluğa uzanan ruh yapısı ile daha şekillenmemiş olan bir yapı olarak duruyor. Tıpkı anne karnındaki yüz yirminci günü tamamlayıp daha ruh üfürülmemiş durum gibi.

Melekler buna bakar ve sonra da dünyada var olan memeli hayvanlara bakarlar ve şöyle düşünürler yapıları gereği, hayvanlar bir birini boğazlar hem güçlü güçsüzü yem olarak kullanıp yer. Melekler yeni yaratılan ve bedenen hayvan gibi olan, yani yiyen içen bu varlığa baktılar ve dediler ki, ya rabbi bu nasıl sana halife olacak?

Hayvanlardan gördükleri tecrübelerini mırıldandılar ve dediler ki; sen buna yeryüzünde tasarruf etmek için işlevsel gücünü verirsen ve bunu halife olarak yetkilendirirsen bu vereceğin kuvveler ile donatacağın kişi, cana kıyar ve yeryüzünü ifsat eder.

Biz senin hamdın olarak seni tesbih ederken ve seni mukaddes bilirken nasıl olacak ki; biz bunun emrinde olacağız. Hem onunla istenilen melekuti kuvveyi melekleştirip şekle dönüştüreceğiz. Yeryüzünde yeni yarattığın bu varlığı nasıl öyle bir kuvveye haiz kılacaksın? Diye taaccüp ettiler.

Şöyle bir tabir var halk arasında, nasıl bilirsin? Kendim kadar, yani kapasitesinin üstünü bilemez. Her melek sınırlı esma kuvveleri ile var olmuştur ve ötesini de bilemez. Yeni yaratılan bu varlık; bir hayvani bedende oluşmuş olduğundan, onun doğuracağı manayı kestiremediler ve itirazda bulundular.

Burada şunu da izah edelim, hani hitaplarda senli benli konuşuyoruz ya, bu olaya bakan şöyle zannediyor; Allah bir yerde ve meleklerde kapı kulu askerleri gibi başka yerde, Âdem de bambaşka bir yerde yaratıldı ve sonra da insana dönüştürüldü. Sonra da meleklere yerde halife yaratacağım dedi, melekler de itiraz etti gibi bir sunum ortaya çıkıyor. Olayın üzerinde biraz tefekkür ettiğimizde ise, olayın hakikatı ortaya çıkıyor.

Olay şu, Hu isim zamiriyle işaret ettiğimiz mutlak hüviyet, Allah ismi aynasında kendisini seyir ettiği gibi, yani özündeki kuvveleri zatıyla; sıfat, esma ve ef’al âleminde seyir ettiği gibi, insan ile de seyir etmek istedi. Yani hem insanı hem de insanın seyrini seyretmesini diledi.

İnsanı özgür iradesiyle ve kendisine özgü bir çehreyle yaratıp kuşattığı için, insana pek müdahale etmeden, nisbeten özgür bırakıp, hem insana da bir zat verip sanal benlikle donattıktan sonra da; insana da hayat, ilim, irade, kudret, kelam, semi, basar ve tekvin gibi sıfatları insanın âlemine ve tezahür gücüne göre kendisinde yaratarak kendisine verdi…

Bu sıfatların açığa çıkardığı ve kendisine ait olan esmaların nakşı ile insanı dokuyarak; insana da bağımsız bir varlıkmış gibi bir his ve yaşam alanı verdi. Ve sonuç olarak fiiller ile de donatarak, yaratım tecellisinde, kendisi ile ve iradesi dâhilinde icad edip öz mülkünde tasarrup etme ve istediği doğrultuda ve yaratım dâhilinde tasarruf edip, mülkte değişim ve dönüşüm meydana getirme çehresi de bağışladı.

Nasıl ki; Hu isim zamiriyle işaret ettiğimiz mutlak hüviyet Allah ismi aynasıyla sayısız melekûtunu oluşturup, her biriyle mülkündeki muhteşemliğin seyrini oluşturuyorsa ve tüm melekler Allah’a boyun eğmişse, aynen öyle de Hu isim zamiriyle işaret ettiğimiz mutlak hüviyet, insan ismi aynasında da kendi kuvvelerinin seyrini meydana getirdi. Öylece insana da melekler boyun eğdi.

Yani insan da, işlemiş olduğu fiillerle istediği meleki kuvveleri bileşke şeklinde bir araya getirme kuvvesine haizdir. İşte insan için esas olan işlenen fiillerdir. Yoksa oluşan düşünceler değildir.

Elbette ki Allah, her düşüncemizi bilicidir. Ama düşünceler fiiliyata dökülmedikçe, insanın emrine amade olan melekûtun melekleşip şekillenmesi ve dolayısıyla cennet veya cehennemde ona yol arkadaşı olması mevzu bahis olamaz.

Meleklerin taaccübü şu; nasıl olacak da insan, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak, Allah’ın hükmü dâhilinde var edilen kuvveleri/melekeleri melekler şeklinde bir araya getirip musavvir esması gereği seyir oluşturacak?

Yaptıkları tüm bu düşüncelerini kendi kapasiteleri kadar yaptıklarından öyle demişlerdi. Ne zaman ki insana lahuti âlemden ruh üflenince, tüm manalarının tecellilerine şahit olarak secde etmek zorunda kaldılar. Çünkü artık insan kendi adıyla değil, Allah adıyla işe koyulmuştu. İnsan farkında olsa da olmasa da, yaptığı her fiili Allah adıyla yapar.

Bunun farkına varıp iman edenler azaptan kurtulurken, bunu inkâr edip farkına varamayanlar ise, yaptığı eylemleri kendi gücüyle yaptığını zannedip öz hakikatini gizler. Öz hakikati olan Allah’ın nuru ile kaim olma gerçeğini örtüp görmediği için de, Allah’tan mahrum kalır.

Şöyleki; insanda tüm esma manalarının nakşi dokumaları yüklü olduğu için, insan tam bir şuur ile yöneldiğinde, istediği etkileşimleri oluşturur.

Örneğin; bir insanın gözü önünde nefsin çektiği tadı damakta hissedilen bir yiyecek yersek ve o kişinin gözü üstümüzde olsa ve göz hakkını vermezsek, rüyada köpek veya yılan saldırısına uğrarız. Buna hepimiz şahidiz. O kişinin ruhundan yükselen düşünsel fikir okları bize güçlü bir şekilde kuvveler iletir.

Eğer sadece canı istemişse köpek şeklinde rüya görürüz, eğer hem canı istemiş hem de ona teklif etmediğimiz için, onun içinde bize karşı bir kızgınlık oluşmuşsa, bize saldıran yılan şeklinde; yansıyan fikir oklarını rüyada suretlenmiş bir halde görürüz. O yüzden atalarımız göz hakkı vardır derlerdi ve yiyeceklerini sokakta değil kapalı alanda yerlerdi.

Biz beş duyu kaydıyla baktığımız için ruhumuz tarafından oluşturulan melekleri göremeyiz, ama uykuda beden devre dışı olduğu için bazen görürüz. Bazen nefsi durumumuz hayvanların fiiliyattaki durumları şeklinde bize gözükür.

Örneğin eğer şehvet esiri isek, rüyada bazen maymun görebiliriz. Eğer helal haram demeden el uzatırsak her yiyeceğe, rüyada domuz görebiliriz. Rüyalar ikazdır ve kişiyi bağlar, çevresindeki kimseyi bağlamaz.

İşte bu tabirler atalarımız tarafından kullanıla gelmiştir. Günümüz gençliği bu kavramlardan uzak yetişti. Ah TV ah, tüm manayı yerle bir etti, hem insanlığı görsel ve beş duyu üzerine hapsetti.

Niye denilir ki kişi kabre konulunca, ameli ona suretleşip görünecek ve kıyamete kadar arkadaş olacaktır? Yasin suresi suretleşip arkadaş olacak veya Kur’an suretleşip arkadaş olacaktır. Tüm bunlar, ruhumuzun kuvveden fiile çıkardığı oluşumlar ile gerçekleşir. Et kemik bedenin gitmesiyle oluşturduğumuz melekleri göreceğiz.

Niye derler ki, Azrail veya Münker ve Nekir herkese ameli gibi gözükecek? Evet kardeşim, göreceğimiz meleki şekilleri biz amellerimizle oluşturuyoruz.

Melekler boyun eğmiştir insana, istersen cennette kendine Rıdvan yap, istersen de cehennem de Malik yap, istersen cennette huri yap, istersen cehennemde zebani yap, yani melek boyun eğmiştir sana ve emrindeyim der. “Şekillenirim istediğin şekilde” der.

Evet, tüm amelimiz kendimize. O amellerle emrimizde olan melekleri şekillendiririz ve soframıza oturmaya gideriz. Hem bize verilen sıfatlar, kendisine müteallik esmaları devreye sokar. Örneğin Hayat sıfatı hay muhyi rezzak gibi birçok esmayı ortaya çıkarır.

İnsan kendisinde yaratılan ilahi dokuma ile sekiz subuti sıfat, doksan dokuz esmayı ortaya çıkarır ve doksan dokuz esma da on sekiz bin âlemi ortaya çıkarır. İşte tüm bunlar, Allah’ın halifesi olarak insanda da mikro olarak mevcuttur. Buna eskiler, on sekiz bin âlem insanda dürülmüştür derlerdi.

Sekiz sıfat ise; esma nakşının dokumalarını bazen grup olarak, bazen tümüne dönük çalışır. Örneğin ilim, irade ve kudret sıfatları tüm esmaya dönük çalışır. O yüzden İlim, irade ve kudret sıfatları bize verilen ve Allah’ın hükmü dâhilinde, bizim için irade-i cüz denilen haleti oluşturur.

BAKARA SURESİ 31. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰٓئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُ۫ن۪ي بِاَسْمَٓاءِ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ

AYETİN OKUNUŞU:
Ve’alleme âdeme-l-esmâe kullehâ śumme ‘aradahum ‘ale-lmelâ-iketi fekâle enbi-ûnî bi-asmâ-i hâulâ-i in kuntum sâdikîn(e)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Ve Âdem’e isimlerin tümünü talim etti. Sonra Âdem’e talim ettiği esmaları meleklerin üzerine arz etti. Meleklere dedi ki, eğer doğrulardansanız Âdem’e talim ettiğim ve şimdi de size arz ettiğim tüm bu isimlerden bana haber verin.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:

Allah’ın rahmet ve mağfireti bizlerle olsun ki, Allah’ın tevvap ve ğafur esmaları bizlere yoldaş olsun. Öylece günahtan emin olalım, hem Allahın hadi ve mühdi esmaları faal olsun. Haddimizi bilip gücümüzün ötesine göz dikmeden hak yol üzerinde sabit olalım.

Öylece Allah’ın mudil esmasının içeriği bize fetih olsun ki, bizi sapıklığa götüren tüm bozuk yolların bozukluğunu keşfedelim. Hem Allah’ın cebbar esması faal olsun ki ayağımız hak yolunda sabit olacak iradeye kavuşsun. Öylece nefsimizin hoşuna gitmese de, hak yolunda kaim ve daim olması zorda olsa sebat edebilelim.

Allah Âdem’de tüm manaları faal etti. Her manayı da ayrı bir isimle bizlere bildirdi. Allah’ın esması içinde Allah’a bakan yönü ile zıtlıklar veya zıt mana içerikleri mevcut değildir. Eğer zıtlıklar olsaydı, insan da tüm esma kuveleri faal olamazdı ve insan Allah halifesi olarak yeryüzünü mekân edinemezdi.

Şunu unutuyoruz ki; Allah için zıt olamaz. Lakin bizim varlığımız açısından bizim için iyi veya kötü diyebileceğimiz tarzda melekeler yani kuvveler mevcuttur. Ama Allah vechinden bakışta ise, sadece kendi ve sahip olduğu hududsuz temaşası ve nakşı vardır ki, istediği noktada ve istediği şekilde tecellisini oluşturur. Bu kendi ile alakalıdır ki bizim açımızı etkilemez. Bizim açımızdan bizi mutlak olarak etkileyen doksan dokuz kuvve vardır ki, öteki sayısız kuvvenin zikri bizim için önerilmemiştir.

Hadisi şerifte Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz şöyle buyurur; Esmâ-i Hüsnâ ile ilgili olarak Buhârî ve Müslim`de: “Allah`ın 99 ismi vardır. Kim bunları ezberlerse (îman eder ve ezbere sayarsa) Cennete girer.” buyurulmuştur. Tirmizî, İbn-i Hibban ve Hâkim`in bu konudaki rivâyeti ise, şöyledir: “Kim bunları (Esmâ-i Husnâ`yı) mânâlarını anlayarak sayar, bunlarla Allah`ı zikrederse Cennete girer.”

“Şâh-ı Nakşıbend Hazretleri bu hadîsle ilgili olarak buyurur: “Bu hadîs-i şerîfteki ‘Ahsâ’ kelimesinin bir mânası, saymaktır. Diğer bir mânası ise, bu ism-i şerîfleri öğrenip bilmektir. Bir mânası da, bu esmâ-i şerîfin mûcibince amel etmektir.”

Zaten yapılan esma zikri zikri kişideki o bağlamdaki tüm cehl kaybolmakta ve mudil esması bağlamındaki tüm olumsuzluklar kişiyi terk etmektedir.

Örneğin; Rezzâk ismini zikrettiğinde, rızkı için kalbinde var olan endişe onu terk eder. Mütekebbir ismini söyleyince, Allah Teâlâ`nın azametinin ve kibriyâsının muazzam büyklüğü kalbe açılır. Bu yöndeki olumsuz inanışlar ise, kişiyi terk eder. Allah’ın Kahhar isminin zikriyle kişide var olan isyan melekesi kişi terk edecek ve rabbinin istediği bir kul olmaya başlayacaktır.

Örneğin Muhyi ve Mumit nasıl olur da aynı anda canlanır? Muhyi yeni bir şen olarak yaratılanlara hayat verirken, Mumit eski şeni sahibine iade etmek olarak tasavvur edilebilir. Hadi esmasının nakşı kişide açığa çıkarsa, tüm diğer nakışlar düzenli bir şekilde kişide sirayet eder ve öylece fıtrat üzere hidayet oluşur. Mudil ismi ise, Esma-i Hüsna içinde yer almaz. Hadi isminin zıttı olup, hidayetin oluşmadığı anda zuhur eden boşluğu doldurma kuvvesidir.

Şöyle ki; Allah’ın doksan dokuz ismi olarak bize zuhuratı tevdi edilen esmanın hakkını vermediğimizde, bu isimlerin içinde olmayan Mudil ismi, eksik olan yerde devreye girer ve kişi o konuda kaybeder.

Bir bardak düşünün. İçinde ya hava olur ya da su. Su çıktı mı, hava otomatik olarak içine dolar. İşte biz, doksan dokuz esma kuvvelerinin işaret ettiği mana içeriklerinden uzaklaştığımız kadar, Mudil esması devreye girerek oluşan boşluğu hemen doldurur.

Doksan dokuz isim içinde yer almadığı için Mudil ismi de Esma-i hüsna içinde yer almayan diğer esmalar gibi zikir olarak okunamaz. Zaten kişi için lazım olan müspet sonuç, diğer zikirlerden husule geliyor.

Mudil ismi kişi de açığa çıktığında, kişiyi delalete düşürücü vehimler bilinci kapatır. Çünkü zaten doksan dokuz esma kuvvelerinin anomin olarak oluşturacağı müspet sonuç, lazım olmayan manaların kişinin bilincini terk etmesini sağlar.

Bu ismin kapanıklığı kadar kişiye lazım olan diğer tüm isimlerin içeriği kişinin ruh dünyasında canlanacaktır. Bu da, doksan dokuz esmanın fiili veya kavli olarak yapılan zikrinin sonucu, etkileri kişiye yansır. Öylece zulümat gider, yerini aydınlık alır. Böyle kişiler aydınlanmış kişiler olarak tabir edilir. Bu kişilere erenler de denmiştir.

Ayete dikkat edersek, Âdem’e tüm isimler talim edildi diyor. Talim yönüyle eğer esmalar arasında zıtlık olsaydı, Âdem’de tüm esmaların otomatik olarak zuhur etmesiyle Âdem’in varlığı ortadan kalkardı. Lakin oluşan talimden sonra melekeye dönüştürme evresinde, özgür bırakıldı. İşte bu noktada kişi, nimete erenler gibi bir kıvamla kendisini mürekkeplendiriyorsa, kurtuluşa erenlerden olacaktır. Zira insana bu kevveye uygun olarak da bir şekillendirme melekeside verilmiştir.

Kendisine tüm isimler talim olduğu hasebiyle ve kısmi olarak da hür bir iradeyle yaratıldığından, nimete eren kişilerin zıttı bir mürekkep ile içsel hamurunu düzene sokarsa, işte o zaman içsel dünyası öylece şekilleneceği için, kaybedenlerden olacaktır.

Tüm isimler talim edildikten sonra, Allah melaikeye o manaları arz ediyor. Hz. Âdem’de oluşan tüm manaların mürekkebini meleklerden isteyerek Âdem’in zuhur ettiği şu şu manaları siz de zuhur edin der. Alt yapısı onlarda yok ki onlarda talep oluşsun ve o manalar onlarda da zuhur etsin. Örneğin ısıtıcıya soğut derseniz, ısıtıcıda soğutma melekesi yok ki soğutsun.

Melekeler, her bir varlığın içsel yapısını meydana getirdiği gibi meleklerin de içsel hamurlarını ve bireysel hüviyetlerini oluşturur. Dolayısıyla onlarda var olmayan herhangi bir meleke, bireyselliklerinden de açığa çıkamaz. Yani bireysellik sahibi olan bir melek, kendi öz cevherlerinde mevcut olmayan herhangi bir melekeyi yani kuvveyi zuhur edemez.

İşte Hz Âdem’de tüm melekeler zuhur etti. Bedeni yapı olarak et kemik beden yani hayvansal beden, ama tüm melekelerin zuhur mahalli. Çünkü ona Allah’ın ruhundan üflendi. Öylece ona sozsuzluk nazarı yüklendi. Evet, hayret bir şeydir insan.

Sonra Allah meleklere der ki, eğer gerçekten doğru iseniz Âdem’in ortaya çıkardığı ve saydığı melekeleri sizde çıkarın ortaya. Ayette meleklerin yapısı tarif edilince, onların en az iki kanadının olduğunu söyler. İşte ayette meleklerde var edilen kuvvelere yani melekelere kanat diye işaret edilir.

İşte melekler, kendilerinde olmayan sayısız melekenin zuhur mahalli olarak Âdem’i seyir ederler. Gözleri kamaşır ve hayret ederek derler ki…
BAKARA SURESİ 32. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
قَالُوا سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَاۜ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

AYETİN OKUNUŞU:
Kâlû subhâneke lâ ‘ilme lenâ illâ mâ ‘allemtenâ(s) inneke ente-l’alîmu-lhakîm(u)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Melekler dediler ki, sen bizden münezzehsin, senin bize öğrettiklerin dışında bizim için bir ilim yoktur. Muhakkak ki sen, mutlak âlimsin ve mutlak hâkimsin.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Melekler dediler ki, biz sadece varlığımızda olan melekelerin olduğunu düşünüyorduk. Çünkü bizde sadece bu melekeler vardı. Demek ki sen bizden subhansın ve sen bizimle kayıtlı değilsin. Aslında bu yaratım ile melekler Allah’ın subhan olduğunun hakikatine vardılar.

Ama bakın bir incelik te bizim için var. Bizde sübhanallah deriz. Bizim sübhanallah dememizle meleklerin sübhanallah demesi ayrı ayrıdır. Melekler kendilerindeki kısmi melekelerden dolayı sübhanallah derler. Biz insanlar ise, her melekenin bizdeki kısmi zuhuri için sübhanallah deriz. Onun için de bizim sübhanallah dememizle meleklerin sübhanallah demesi arasında fark vardır.

Ve melekler derler ki muhakkak sen âlimsin ve sen her şeyi yerli yerince yaratansın. Bu ayet ile bundan önceki ayet, insanın rabbine açılan iki kapısıdır.

Üzerinde az tefekkür edelim. Nurumuzu nurlandıralım ki, tüm esmalar tüm dehşetiyle bizde zuhur etsin. Gerçi tüm dehşetiyle zor, ama temennimiz olsun ki belki cennette nasip olur.

Bu ayeti en güzel şekilde anlamak için şunları bilelim; meleke, kişide var olan oluş yönündeki herhangi bir meziyeti tanımlar. Örneğin ilim melekesi deriz, irade melekesi deriz. Melekeye huy da deriz. Aslında huy, kişide melekenin biraz daha yoğunlaşmış halidir.

Mesela birine şunu meleke edin dediğimizde, ona deriz ki söylenilen yönde huy edin. İşte meleke bu gibi anlamlar da kullanılır. İşte yaptığımız zikir ve tefekkürlerdeki asıl amaç, bizdeki melekeleri ya da esmalar ile işaret edilen kuvveleri açığa çıkararak bu kuvvelerle Allah’a ulaşmaktır. Yani Allah’ın insanda olmasını istediği fıtratla yoğrulmaktır.

Bizde ne kadar çok kuvveler yoğunlaşıp huy olarak açığa çıkarsa, o özelliklerimize dönük olarak o kadar melekleşeceğiz. Bunun için de bedeni tetikleyen huylarımızdan vazgeçmemiz lazımdır ki, zikir ve tefekkürde yoğunlaşmamız derinlikli olsun. Zaten önemli olan, bizdeki meleke yani kuvvelerin basıncıdır. Zaten her meleke az çok faal, işte bu faal hali, şiddetlendirip gücümüze güç katmaktır esas mesele.

Örneğin birine dua ederiz ve deriz ki; Allah sana kuvvet versin. Zaten az çok kuvveti var ama bu duadan kasıt kuvvetine kuvvet katsın, yani kişiye yönelttiğimiz zihinsel fikir oklarıyla, kişiselliği üzerinde gerekli olan açılımda destek olup, dua ettiğimiz kişide meleke yoğunlaşması oluşsun.

Zikirler de kuvvetimize kuvvet katar. Sonu yok ki… O yüzden sübhanallah deriz. Bir ipucu ile açıklamayı da bitireyim, kabı kavseyne ulaşan kişi dahi der ki; Subhanehu ve Teâlâ…

İşte dilden dökülen bu son lafızlar, hakikat yolcusunun yolun sonuna vardığında, ulaştığı en son bakış alanı olur.
BAKARA SURESİ 33. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
قَالَ يَٓا اٰدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَٓائِهِمْۚ فَلَمَّٓا اَنْبَاَهُمْ بِاَسْمَٓائِهِمْۙ قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنّ۪ٓي اَعْلَمُ غَيْبَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ

AYETİN OKUNUŞU:
Kâle yâ âdemu enbi/hum bi-esmâ-ihim(s) felemmâ enbeehum bi-esmâ-ihim kâle elem ekul lekum innî a’lemu ġaybe-ssemâvâti vel-ardi vea’lemu mâ tubdûne vemâ kuntum tektumûn(e)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Rabbin dedi ki ya Âdem; onlara onların isimleriyle isimlenerek haber ver. Ne zaman ki onlara onların isimleriyle isimlenerek haber verdi; o zaman rabbin meleklere dedi ki, ben size demedim mi muhakkak ki ben göklerin ve yerin gaybını bilirim. Hem açığa çıkarttıklarınızı da bilirim ve gizlediklerinizi de bilirim.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Rabbimiz; bizi yalan süslerle kendisine çeken dünya hevasından uzak eylesin. Bu heves, bizim özümüze inmemize ve mana akıntısına ulaşmamıza en büyük engeldir. Bu kısa hatırlatmadan sonra ayetin anlatımına devam edelim.

Hz. Âdem’in yaratılışı ve halifeye dönüştürülmesi olayını anlatıyorduk önceki ayetlerde. Hz. Âdem’e yeryüzünde halifelik makamı verilince, Allah Âdem’e dedi ki; meleklerde ve cinlerde olan hem onlarda oluşturmadığım ve sende olup senin varlığını onlarla donattığım esmaların nakışlarıyla, varlığını o kuvvelerle resmedilmiş bir halde haber et.

Hz. Âdem de özünde bulduğu tüm manaları aktif olarak fiiliyata döküp istediği melekeyi bilfiil melek olarak zuhur edince, Allah meleklere der ki; size demedim mi semaların ve yerin gaybını bilirim, hem bilirim açığa çıkardığınız şeyleri, hem de bilirim kıstığınız şeyleri.

Yüzeysel olarak baktığımızda sanki karşılıklı olarak konuşulan bir ortam… Başka izah şekli yok ki. Bir de bu ayette sadece meleklerden bahseder, nasıl oluyor da sonraki ayetlerde şeytanın da secde etmesi bekleniyor? Bununla beraber şeytan melek midir, cin midir kavgası başlayıp gidiyor. Bir takım âlimler bu ayete bakar ve der ki; şeytan meleklerdendi. Bir takım insanlar da başka ayetlere bakar ve der ki cinlerdendi.

Ve ayetler devam ediyor…
BAKARA SURESİ 34. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰٓئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُٓوا اِلَّٓا اِبْل۪يسَۜ اَبٰى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِر۪ينَ

AYETİN OKUNUŞU:
Ve-iż kulnâ lilmelâ-iketi-scudû li-âdeme fesecedû illâ iblîse ebâ vestekbera vekâne mine-lkâfirîn(e)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Ve biz melekler için dedik secde edin Âdem’e, İblis dışında tümü secde ettiler. İblis secde etmekten kaçındı, kendisini büyük gördü ve kâfirlerden oldu.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Biz dedik diyor. Çoğul gelmiş. Çünkü esma mertebesi ve rububiyet alanı devrede. Çünkü Âdem melaikenin tüm mana kuvvelerini zuhur edebilecek yapı ile yaratılmıştı.

İşte bu gerçeklik için de, melaikeye Âdem için secde et diyor. Tümü secde ediyor sadece iblis secde etmekten geri durup büyükleniyor. Öylece kâfirlerden oluyor. Acaba bu ayetlerle rabbimiz bize ne demek istiyor?

Surenin başından şimdiye dek ayetler bizi imana davet etti. İnsanları inanç bakımından gruplara ayırdı. İnsanların gerçeğe yönelmesi için örnekler verdi. Kur’an insandan okunandı. İnsandan okunan Kur’an, hemen işin başında bize izahat vermek için bizim var ediliş serüvenimizi anlattı.

Şuna benzer; diyelim ki bir buzdolabının tanıtımını yapıyorsunuz, önce fiş takılır ve kapılar kapalı tutulur da içi soğumaya başlar. Nasıl soğutur? İçinde var olan sıcaklığı dışarı atarak. Sizi dinleyen daha da merak eder. Bu kapalı sandık içindeki sıcaklığı nasıl dışarı atar diye? Bu defa başlarsınız buzdolabının motorunu anlatmaya. İşleyiş düzenini ve inceliklerini anlatırsınız. Motor arızalanırsa içindeki sıcak havayı dışarı atamaz ve içindeki yemekler bozulur diye bilgi verirsiniz.

İşte bu ayetlerde sözü dolaştırdı da insanın motoruna getirdi. Motor nasıl çalışır? Bizim motorumuz nasıl çalışır? Eğer olay sadece Hz. Âdem ile sınırlı olsaydı, niye bize anlattı? Bize hikâye mi anlattı bu ayetler? Hayır işte. Her ayet birebir bizi ve bizdekini anlatır. Ayetlerde bize der ki, bak kulum senin özünde tüm esmaların tohumu ekildi ve tüm melekeler emrine verildi ve tüm melekler sana boyun büktü. Sen onları istediğin şekilde tasarım et.

Bil ki, sonsuz âlemlere doğru yolculuğa devam edeceksin. Ama bil ki, senin yapında öyle bir kuvve yerleşmiş ki o kuvve sana boyun eğmemiştir. Sürekli seni ikilemde bırakır ve sürekli faaldir o meleke.

İşte o meleke şeytaniyet melekesi olup Haris isimli melekeden sende kuvveden fiile yansır. Her insanda vardır. Haris isimli meleke, kişide hırsı tetikler. Hırs şeytani bir ateştir ki kişiyi melekuti nurdan mahrum eder. Onun için bilir ki, seni yolundan alıkoyan yegâne haslet, hırstır. İyilikte dahi hırsı terk et.

Bazı insanlar bu melekeyi tümüyle silebilir ve silen kişinin şeytanı Müslüman olur. Yani kişinin fıtratı yönünde teslimiyet içinde olur ki, artık saptırıcı fikirler ilhamı oluşturmaz. Bu da ancak Allah lütfüyle gerçekleşir. Bu ancak, resul ve nebilerde yani peygamberlerde; verilen tebliğ görevini hakkıyla yapmaları için gerçekleşir.

Peygamberlerin dışındaki hiçbir insanda bu meleke ölmez, en fazla örtülür. Haris isimli meleke, “mutlak manada” öze doğru yolculuk doğrultusunda, faydamız uğrunda asla yönlendirilemez. Lakin daha işin başında olan kişilere bu meleke ile yola koyulma sağlanabilir. Bu da aşk olarak kişide tezahürü gerçekleşir ki, kişi amel ve yönelimde mukayyet olarak yolculuk rayına otursun diye. Sonrasında ise, artık sükûn ve sükût başlar.

Onun için de bu melekeyi kullandırıp yola revan edilen kişilerin yol rehberleri, çok dikkat etmeleri ve kişileri içine düşürdükleri halden geçirip mutlak ubudiyete ve teveddüde ulaştırmalılar. Eğer ki kendisine müracaat eden kişide mutlak teslimiyet hissini görmeyeceklerse, asla kişileri bu yola sevk etmeden ilim ve irfan dâhilinde yetiştirmeliler. Yoksa yolcuya yazık ederler. Çünkü yetiştiricilerine karşı tam teslim halini yaşamadıkları için, yolda aşk ile yürürken, uyanıp makas değiştirmeleri imkânsız olur.

Evet, hırsla kalkan, başta hırsın kendisine verdiği ateşleme ile kendisinde az bir güç hisseder. Sonra bu hissediş yangına dönüşür ve tüm ferasetini kapatıp adeta yok eder. Kişiyi sersemleştirerek ne yaptığının farkındalığını bile kendisinde örter. Onun için bilelim ki; şeytaniyet melekesinin dahi kullandığı ve onunla kanatlandığı haris melekesi, hiçbir durumda bize mutlak olarak boyun eğmeyecektir.

Hz. Âdem cennetteyken bu mana onda kabardı kabardı da ve Hz. Havva’ya yöneldi. O zamanlar daha peygamberlik görevi verilmemişti ve tek başına idi. Yönelince Hz. Havva’ya, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin nûru alnından beline indi. Hz. Havva’ya yönelince, yani aşk tezahürü sonucu ve kanatlanan hırs melekesi ile ona sahip olunca, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin nûru Hz. Havva’ya geçti. Soyuldu cennet elbisesi üzerlerinden ve kendilerini dünya ortamına indirilmiş buldular. Sonra Allah tövbelerini kabul etti ve onlardaki hırs melekesini geri örttü. Lakin nesline örtülü bir şekilde geçti.

Hz. Âdem babamızda örttü örtmesine ama yeryüzündeki cinler buna düşman oldu. Başları Ezazil idi ve çok güçlü kuvveleri vardı. Hz. Âdem onun kuvvelerinin üstü ile dünyaya gelince, yeryüzü halifeliği Hz. Âdem’e geçti. Yani Allah’ın varlıklarda zuhur ettiği tüm manaları ve daha fazlasını onlar üzerinden yağdırmaya başladı.

İşte bu noktada Ezazil ve avenesi Haris isimli melekeyi açığa çıkarıp, hırsa bürünüp eski kuvvelerinin Hz. Âdem’e karşı yetersizliğini gördüler. Allah’tan mühlet istediler, biz insanların tüm kuvveleri açığa çıkarmamaları için doğru yollarına oturacağız ve hilafet sırlarından onları mahrum edeceğiz dediler.

İşte bu yolda cinlerin bir kısmı Ezazil denilen büyüklerine uyarak; Haris isimli melekeyi şeytaniyet melekesiyle birlikte çift kanatlı yapıp özlerinden açığa çıkararak ve bu yolda yeni bir kişiliğe bürünerek yepyeni bir çehre aldılar. Artık tüm işleri, doğru yolda olanları saptırıp hakikatlerine ermemek için uğraş vermek oldu.

Konunun iyice anlaşılması için şu noktaya da değinelim. İnsan yaratıldığında yeryüzünde cinler vardı ve yeryüzünün halifeliyi onlardaydı. Tümü özlerindeki kuvveleri açığa çıkarır ve sınav onlar için daha başlamamıştı.

Hz. Âdem’in gelmesiyle onlarında sınavı başlamış oldu. O yüzden Hz. Âdem’in gelişi tüm varlıklar için yepyeni bir milat oldu. Onlardan da Hz. Âdem’e uyan ve Müslüman olanlar da oldu. İman etmeyip küfürde ileri gidenler de oldu. Uymayan ve saptırmak isteyen de oldu ve hala devam ediyor.

Cinler Hz. Âdem’den çok daha önce yaratılmışlardır. İşte onlar da Müslüman olabiliyorlar, fakat insan gibi yeryüzünde halife olamıyorlar.

Bir örnek vermek gerekirse; nasıl ki her zaman diliminde o zamanın bir insanı kâmili olur ve tüm manalar ondan zuhur eder. İşte bunun gibi Hz. Âdem dünyaya inmeden önce, yeryüzündeki en yetkili varlıklar cinlerdi. En âlimleri de Ezazil idi ve yeryüzünün halifesiydi.

İşte halife olmak yetmiyor, önemli olan hilafeti ölüme dek devam ettirebilmektir. Çünkü ayak her an kayabiliyor. Ayakların kaymaması için de, sıdk ile Allah yolunda nefes vermeyi son nefese kadar devam ettirmek için zikir, dua, ibadet, yöneliş ve yakarış hep devam etmek zorundadır. Çok amel ettim artık yeter denilemez.

Hz. Âdem gelince hilafet ona geçiyor. Bu durumu cinler kıskandığı için Haris melekesi onlarda açığa çıkıyor.

Haset; nimetin karşıdan alınıp kendisine verilmesinin istek ve düşüncesidir. Bu istek türü kesinlikle haramdır. Ama ondaki dursun benim de olsun derseniz, bu istek biçimi haram değildir.

Zaten Haris melekesi bizde asla silinmeyeceği için, ölüme kadar dikkatli olmalıyız. Çünkü her insan hem Âdem olmaya, hem de bir Ezazil olmaya adaydır. Allah’tan asla umut kesilmez. O neylerse güzel eyler. Biz O’nun izniyle her an gayrette olalım. O ne murat edip izhar ediyorsa, zaten teslimiz O’na.

Olayın iyice anlaşılması için şeytaniyetin başlangıcı hakkında da biraz malumatta bulunalım; insana secde etmeyen cin değildir. İnsana secde etmeyen şeytandır. Şeytaniyet bir katmandır ki o katmana nari katman denir. Şeytaniyet adını almasının sebebi ise, kişiyi nefsinin hakikatinden saptırdığı içindir.

Zaten iblisin kelime anlamı şeytanca işler çeviren kimse, kötü kimse, düzenci anlamlarına gelir. Bu bir katman olup tüm iradeli tüm varlıklarda yerini almıştır. İşte önemli olan o katmanın şerrinden korunup meleki boyuta geçebilmektir. Aslında bu katman zaten imtihan sebebidir.

İşte bu nari katmanın hakkını veren ve dahi nuri katmanla iç içe yaşayan Ezazil, yani iblis, yani cinlerin en büyük âlimi, Hz. Âdem’in sahip olduğu meziyeti görmeyerek ona boyun eğmedi. Allah’ın şerefli bir kuluyken; büyüklenerek, kovulmuş şeytan oldu.

Öyle melekût ile iç içe bir şuura ulaşmıştı ki, meleklerden bilgiler alır ve gelecek hakkında da bilgi sahibi olabiliyorlardı. Hz. Âdem’e secde etmedikten sonra Allah semayı onlardan korumaya aldı. Artık meleklerin sesini duymaz olup gelecekten haber veremez oldular.

Sonra İblis, cin toplumunun önderlerinden bazılarının da ayaklarını kaydırarak; kendisiyle birlikte onları da şeytanlaştırdı. Böylece ilk şeytani toplum bilfiil oluşmuş oldu. Önceden kâfir ve Müslüman olarak ayrışan cin toplumu; daha sonra Müslümanlar, kâfirler ve şeytanlar olarak üç kısma ayrılmış oldular.

İblis’in başını çektiği cinni şeytanlar; bir taraftan kendi aralarında hiçbir ahlaki sınır tanımayan ilişkilerle çoğaldılar. Diğer taraftan İblis, cinlerden birçoklarını saptırıp kendisine köle edindiği kimselerle şeytan milletini çoğalttı ve insanların peşlerine düştü. İnsanlardan da İblis’e köleler devşirildi. Bu yolla devşirdikleri insani şeytanlarıyla yeryüzünde giderek güçlendiler.

Evet, İblis cin idi. Yani şeytan cinlerdendi. Ama cin iblis değil idi. Yani tüm cinler iblis’in askeri değildir. Yani tüm cinler şeytan değildir. Şimdi de Müslüman olan birçok cin vardır.

Nasıl ki şeytanlaşmış olan bir sürü insan var. Ama her insan şeytanlaşmış değildir. Cinlerde de öyle. Hatta Allah’ın veli kulu olan cinlerde mevcuttur. Tıpkı veli olan insanlar gibi. Peygamberimizin sohbetinde bulunup İslam’ı kabul edip Sahabe olan cinler de mevcuttur.

Cinleri insandan ayıran olgu ise, yaratılış hammaddesi itibariyledir. Cinler nari katmanın konuklarıdır. İnsan balçık katmanının konuğudur. İnsan varlık âleminin en dış katmanında tam iradeli olarak yaratılmıştır. Cin, melek ile insan arasında bulunan nari katman da yarı iradeli olarak var olmuşlardır. Melekler ise salt nurani katmanda yani âlemde iradesiz olarak var edilmişlerdir.

İnsan tam iradeli olup kendisine tüm isimler talim edildiği için, gerekli çalışmaları yaptığında; tüm cinleri geride bıraktığı gibi, özel olarak yaratılan meleklerin dışındaki tüm melekleri de geride bırakıp Allah’a yaklaştıkça yaklaşır.

Akıl yönü olarak derinlik, düşünsel yapı ve insana nazaran sentezi ise, bu tümüyle kişisel odaklıdır. Kim çalışırsa Allah hakikati ona yaşatır. İnsan arzın halifesidir ve birçok yaratılandan üstündür. Cinlerde nari katmanın konukları ve oranın halifesidirler. İnsan aynı zamanda nari katmanı da şamil olduğu için, gerekli çalışmaları yapmaları halinde, cinleri geride bırakır. Çünkü insan tüm yaratılış katmanlarını camidir.

Ama insanların ekseri et kemik bedenin zevkleri uğrunda yaşadığı için, her şeyden mahrum olarak ömrünü tüketir. Şeytan denilen ve çoğunluğu cinlerden oluşan nari katmanın iblisi varlıkları, insandaki şamil hüviyeti gördükleri için, onları et kemik bedenin zevkleri üzerinde yoğunlaşmaları ve hakikatlerine yolculuk yapmamaları için, insana her türlü vesveseyi verirler.

İnsan; Allah’ın son rasulu Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin dediği üzere hareket ederse, şeytanın mekri zayıf olur. İnsan hızlıca gelişimini tamamlayıp nari katmanını aşar. Böylece nuri katmanın güzellikleri ile donanıp sonsuzluk âleminde kazananlardan olur.

BAKARA SURESİ 35. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
وَقُلْنَا يَٓا اٰدَمُ اسْكُنْ اَنْتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ وَكُلَا مِنْهَا رَغَدًا حَيْثُ شِئْتُمَاۖ وَلَا تَقْرَبَا هٰذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنَ الظَّالِم۪ينَ

AYETİN OKUNUŞU:
Vekulnâ yâ âdemu-skun ente vezevcuke-lcennete vekulâ minhâ raġaden hayśu şi/tumâ velâ takrabâ hâżihi-şşecerate fetekûnâ mine-zzâlimîn(e)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Ve biz dedik ya Âdem, sen ve eşin cenneti mesken edinin. Ondan dilediğiniz yerde bol bol yeyin. Ama şu ağaca yaklaşmayın. Eğer yaklaşırsanız zalimlerden olursunuz.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Allah cenneti onlara mekân eyledi. Allah önce Âdem’i var etti ve bahsedilen eylemlerden sonra ki bu da yaklaşık bin yıl sürdü. Evet, bin yılın sonunda Hz. Havva annemiz Hz. Âdem’den yaratıldı. Allah dedi ki Hz. Âdem’e cenneti sen ve eşin mesken edinin ve oradan istediğiniz şeyi yiyin ve cennetin her nimetinden faydalanın, ama şu ağaca yaklaşmayın.

Bu tabirden şu anlaşılıyor, cennettesiniz ama cennet asli mekânınız değildir. Eğer asli mekânları olsaydı, oradan herhangi bir nimet yasaklanmazdı. Çünkü yasak edilen şeyler nefse tatlı gelir ve kişi o yasağı delmek için bir nefis mücadelesine girer.

Demek ki cennetteler, ama nefis basamakları arasında gelip gitmek aktif bir şekilde cennetteler. Ama müminlerin kıyametten sonraki süreçte girecekleri cennette onları bedenselliğe çeken nefis olmayacaktır. Ve orada her ağaçtan yiyebileceklerdir. Yani sınırsız olacaktır, ama Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın cenneti sınırlı idi.

Ama insani bilinç; ikaza rağmen içinde bulunduğu cennet ortamında sınır tanımadı ve yasak edilen ağaca yaklaştı. Hâlbuki Allah demişti ki, sakın ha yaklaşmayın bu ağaca yoksa zalimlerden olursunuz. Yani kendi kendinize karanlık bir ortam oluşturursunuz.

BAKARA SURESİ 36. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
فَاَزَلَّهُمَا الشَّيْطَانُ عَنْهَا فَاَخْرَجَهُمَا مِمَّا كَانَا ف۪يهِۖ وَقُلْنَا اهْبِطُوا بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّۚ وَلَكُمْ فِي الْاَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ اِلٰى ح۪ينٍ

AYETİN OKUNUŞU:
Fe ezellehume-şşeytânu ‘anhâ feaḣracehumâ mimmâ kânâ fîhi(s) vekulna-hbitû ba’dukum liba’din ‘aduvv(un)(s) velekum fi-l-ardi mustekarrun vemetâ’un ilâhîn(in)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Fakat şeytan, ikisini içinde bulundukları ortamdan kaydırdı. Öylece ikisini o ortamdan çıkardı. Ve biz onlara dedik ki, haydi bazınız bazınıza düşman olarak inin. Sizin için yerde karar kılma yeri olacak ve belli bir vakte kadar da oradan size faydalanma olacaktır.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Bunun üzerine şeytan onları oradan kaydırdı, ikisini de bulundukları nimet yurdundan çıkardı, biz de haydi dedik bir kısmınız bir kısmınıza düşman olarak inin ve size yerde bir zamana kadar bir karar ve bir nasip alma var dedik.

Dikkat edersek Hz. Âdem yaratılmış ve üzerinden bir zaman geçmesine rağmen cennette kendisine herhangi bir meyve yasak edilmemiş, ama Havva yaratılınca, ağaç yasaklanıyor. Hem şunu da bilelim ki, Hz. Âdem direk Allah yaratmasıyla ve sıfırdan yaratılmıştır. Hz. Havva ise, sonradan yaratılmıştır.

Eğer bazı kişilerin dediği gibi bir evrim mevzubahis olsaydı, o zaman yeryüzünde birçok nesil olacak ve zaten Âdem ve Havva beraber olacaklardı.

İşte durum öyle değil ve Allah kudret eliyle Hz. Âdem’i sonra da, kudret eliyle Hz. Âdem’den Hz. Havva’yı var ediyor. İşte Hz. Âdem babamız Hz. Havva annemiz ile beraber ağaçtan yiyince, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin nuru Hz. Âdem’den Hz. Havva’ya geçti.

Anlık bir itekleme sonucu, şeytani kuvve hırs melekesi ile birlikte Hz. Âdem babamız da zirve yaptı ve Hz. Havva annemize yaklaştı. Yaklaşmakla beraber ağaçtan yediler, cennetten çıktılar ve kendilerini yerin kaydında buldular, yani bedenin kaydında buldular.

Beş duyuya dönük kısıtlı bir yaşam başladı Hz. Âdem ve Hz. Havva için. Allah hem cennetten çıkardı, hem de bazısını bazısına adüvv etti. Yani bedensel dürtüleri ruhsal dürtülere zıt yaptı. Sen bedensel tatmin ile uğraşırsan manasal sezintiler sizlere kapanır dedi. Âdem ve Havva özlerindeki “Haris” isimli neleke ile şeytani melekeyi üzerinde oldukları bedensel haz yönünde zuhur ettiklerinde, bir birlerine bedensel olarak yaklaştılar. Bu bedensel yaklaşma ile cennet yaşamı onların gözünden kayboldu ve dünyaya indiler.

Dünyaya inerlerken de, bedeni ve manevi şeyleri cem ederek dünyaya indiler. İkisi bir birine zıt yani düşman olarak yerde nasiplenmek üzere, Allah onlara müsaade etti. Onlara derken, bizlerde onların nesli olarak aynı şekilde maddesel tatmine dalarsak manadan yoksun kalırız.

Manaya yoğunlaşırsak madde zaten peşinden gelir düsturuyla yeryüzünde yaşama nasip olur. Dünyada verilen ömür bitince ise, yapmış olduğumuz iyiliklerin semeresini elde ederiz.

Biz anne ve babalarımızın ortamından sonra vücut bulduk, daha önce ise Allah ilminde olup A’MA da idik. A’MA dan bakabilen zevatlarda olmuştur. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin miraçta iken A’MA dan baktı ve kıyametin tüm sahnelerini izledi.

Tarihteki bazı büyük şahsiyetlerin A’MA dan bakıp haber verdiği gelecekle ilgili haberleri olmuştur. Biz Allah’a sadık kul olalım, zaten ona misafir olana o ikramını esirgemez. Sakın ha Allah’ın verdiği ikramları esas bilip Allah’ın cemalinden perdelenmeyelim. Yoksa dostunun sunduğu ikramlara dalıp dostunun muhabbetini unutan misafirler gibi komik oluruz.
BAKARA SURESİ 37. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
فَتَلَقّٰٓى اٰدَمُ مِنْ رَبِّه۪ كَلِمَاتٍ فَتَابَ عَلَيْهِۜ اِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّح۪يمُ

AYETİN OKUNUŞU:
Fetelakkâ âdemu min rabbihi kelimâtin fetâbe ‘aleyh(i)(c) innehu huve-ttevvâbu-rrahîm(u)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Âdem rabbinden bir takım kelimeler ile telakki etti. O telakki ettiği kelimeler üzerine tövbe etti. Muhakkak ki o, mutlak olarak tövbeleri kabul eden ve mutlak olarak rahim olandır.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Bakara suresi; içeriği ile kişiyi en’amlıktan alıp insanlığa yükselten başlıca suredir. Bu ayete baktığımızda ve önceki ayetleri gözümüzde canlandığında, tarihsel süreçte işlenmiş olayları anlatan ayetlerin, sadece tarihte olup biten bir şey olmadığını ve birebir bizi ilgilendirdiğini fark ederiz.

Yani Kur’an; tarihsel bir şeyi anlatmaktan ziyade, bize bizi anlatır. Her ayet bizle alakalı olup soyut kavramları somutlaştırır. Öylece düşünce dünyamızı zenginleştirip özümüzle buluşmamızı sağlar.

Hz. Âdem rabbinden kelimeler edindi. Neydi o kelimeler? Açık ve net yazılması olamayacağı için, içerik zikredilmemiş, ama o haleti ruhiyeyi yani tövbe etme cüretini özünde keşfeden kişi o kelimelere mülaki olur.

O kelimelerden bir sezintiye şöyle işaret edilmiştir. Hz. Âdem aşırı üzülüyor, yaptığı hatayı idrak ediyor ve Allah’ın Arşı ona gösteriliyor. Üzerinde “La ilâhe illa Allah Muhammed Rasulullah” yazılıydı. Der ki ya rabbi, “adını adının yanına yazdığın kişinin hatırına tövbemi kabul buyur” diye bazı rivayetler bize ulaşmıştır.

Bizde Nuri Muhammediyeyi hissederek hatalarımızdan geri dönüş yaparsak, Allah hakikatin yolunu bize de kolaylaştıracaktır.

Hz. Âdem özünde var olan Nuri muhammediyeyi hissedip o nur ile rabbini güçlü olarak hissedince, Allah ondan tevvab ismini zahir ediyor ve sonra rahim esmasıyla yeniden güzellikleri yaşaması için onun bilincindeki blokeyi kaldırıyor. Rahman zaten her varlıkta faaliyettedir. Önemli olan Rahim esmasını faal etmemiz… Zaten onun için de her gün belli bir süre Rahim zikri önerilmiştir.

Bilelim ki bizler hatalarımızın karşılığı olarak nefsimizi suçlar ve hatalarımızdan dönüş yaparsak tövbemiz kabul edilir… Günahlarımızın suçunu başkasına atarsak, bir türlü ıslah olamayız. Çünkü sürekli suçu ve suçluyu dışarıda arar ve kendimizi sütten çıkan ak kaşık addederiz. Kendisini pak zanneden zaten fikrince aktır. Durumunu kara görmez ki ak etmeye çalışsın. İşte bunu gören Hz. Âdem ile Hz. Havva, yaptıkları hatayı nefislerinde gördüler ve tövbe ettiler.

BAKARA SURESİ 38. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
قُلْنَا اهْبِطُوا مِنْهَا جَم۪يعًاۚ فَاِمَّا يَأْتِيَنَّكُمْ مِنّ۪ي هُدًى فَمَنْ تَبِعَ هُدَايَ فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

AYETİN OKUNUŞU:
Kulna-hbitû minhâ cemî’a(n)(s) fe-immâ ye/tiyennekum minnî huden femen tebi’a hudâye felâ ḣavfun ‘aleyhim velâhum yahzenûn(e)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Biz onlara dedik ki hepiniz oradan ininiz. Benden size bir hidayet geldiğinde, kim bu hidayete tabi olursa, onların üzerine bir korku gelmeyecektir hem onlar mahzun da olmayacaklardır.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Bu ayet biz diyerek başlıyor. Sonra da tümünüz inin oradan diye devam ediyor. Biz diye hitap gelince esma makamı olarak yani Rabbul erbab makamını anlamamız gerekir. Ben dediğinde ise, zat makamını, yani Allah biz ile rububiyet alanından, ben ile de ulûhiyet alanından bizimle konuşuyor.

Hz. Âdem babamız ile Hz. Havva annemiz, birlikte malum olan ağactan yeyince, kendilerinde var oluştan gelen tüm esma kuvveleri büzüştü ve oranları düştü. Baskıları azaldı ve kudret ile sebepsiz zuhur eden yaratım güçleri ellerinden alındı. Sebepler diyarı olan et kemik bedenin âleminde gözlerini açtılar.

Sonra Hz. Âdeme vahyedildi ki, benden size yani sana ve nesline hidayetçi gelecek. Dikkat edin ki, ben diyor yani zat makamı, yani bizlere gelen hidayet rehberleri bizzat Allah’tan olup takip eden kişi arındıkça arınır ve ilk yaratım şekline tekrar ulaşmak için tüm yollar önüne açılır. Hidayetçiye uyup dediklerini işleyen kişiye hiç korku olmayacaktır ve üzülmeyeceklerdir.

Şimdi dikkat edin ayete, Allah biz insanlara tercih hakkı vermiştir. Ayete baksanıza açık açık diyor ki, hidayetçiye uyup dediklerini işleyen kişiye korku olmayacaktır. Eğer elimizde bir şey olmasaydı, Allah niye böyle desin?

Hem de mütekellim vehdehu edadıyla, yani bizzat kendisi söyleyerek ve insanı muhatap kabul ederek. Demek ki sanal da olsa bir benliğimiz ve irade merkezimiz vardır ve Allah ile muhataptır. Yoksa bu ayetlerin hükmü kalmazdı.

Yani biri size dese ki, “insanın elinde hiç bir şey yok, dünya bir tiyatrodur ve sende sadece ve sadece zorunlu rolünü oynuyorsun”, ona tebessüm ederek çalışmanıza devam edin. Unutmayalım ki Allah, hiçbir kuluna zulmedici değildir. Kul yaptığı eylemin karşılığını eksiksiz olarak rabbinin katında buluyor ve bulacaktır.

Cennette kişi istediği şey için sadece “ol” der olur. Ve biiznillah oluverir. Ama dünya öyle değil… Düşünürüz ve sonra da güç harcayarak istediğimizi yapmaya çalışırız. Yani sebepler dairesi faaldır, cennette ise ol der ve oldurur. Yani kudret dairesi devreye girecektir.

Bu olayın başka yüzü, biz istediğimiz her şeye gene de onun bizdeki esma kuvveleri kadar sahip oluruz. Çünkü tüm varlığımız ile ondanız ve onunla kaimiz. Yaptığımız zikirler ve dualar ile rabbi hassımızı keskinleştiririz, yani rububiyet çemberimizi genişletiriz.

Olay çok boyutlu bir olaydır ki, bir tarafı anlatırken diğer tarafı inkâr etmeyiz. Olay tıpkı kırkayaklı gibi olup tüm ayaklar beraber hareket etmek zorundadır. Yoksa birine değinirken diğerinden mahrum kalırız. Öylece olayın hakikatından mahrum oluruz.

Hidayetçi hidayet yolunu, kişinin bilincine net ve doğru bir tarzda sunduğunda, yani Allah elçisi kişiye Allah yolunu telkin ettiğinde, yağdan kıl çekercesine kişinin ruhunu rahatça kirlilikten çekip alması, kişinin hoşuna gider. İçini zevkle mest eder.

Kişinin vicdanı Allah elçisini reddetmek istemez ki, bu kesin gerçektir. Her ne kadar bazen inat önünü kesse de, vicdan yani deruni his doğrudur der. Örneğin, Ebucehil; Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin peygamber olduğunu biliyordu, ama inat, ona uymasını engelledi. İnat evet inat, insanın baş belası ve kişiyi yolundan alıkoyar.

Birine deriz ya, “Allah hidayet versin” yani O insana; Allah sana yardım edecek birini karşına çıkarsın demiş oluyoruz ki, burada iki yön vardır…

Birincisi kişiyi yönelten Allah elçisi, ikincisi ise kişinin bileşimindeki hadi esmasının yoğunlaşmasını sağlamamızdır. Çünkü kişinin hadi esması açılırsa, kişi inadı terk eder ve resule iman eder. Kişinin bilinci, zikirle açıldığı gibi başka birinin kişiye yoğunlaşarak ruh dalgası göndermesiyle de açılabilir.

Bu da ancak kişide tam bir deruni hal ile yönelişle gerçekleşir. Taa bilinçaltına kadar inerek karşıdaki kişiyle aynı frekansa girer ve düzeltir Allahın izni ile. Buna dua derler ki, öylesine dua olmaz, deruni kalp ile olur. Tıpkı denizde alabora olan gemideki kişinin duası gibi dua edelim. Huşu ile canı gönülden edilen dua makbul duadır. Her birimizin duasının öyle olması temennisiyle bu ayetin de derinliklerinde bulduğumuz içsel sezintilere son verelim.
BAKARA SURESİ 39. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَٓا اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ۟

AYETİN OKUNUŞU:
Velleżîne keferû vekeżżebû bi-âyâtinâ ulâ-ike ashâbu-nnâr(i)(s) hum fîhâ ḣâlidûn(e)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Kesinlikle en büyük gerçek olan Allah hakikatini örterek ve mevcudiyetimize delil olan kendi varlıklarının bizimle kaim olduğu gerçeğini yalanlayanlar, işte onlar ateşin arkadaşlarıdır hem de onlar onun içinde ebedi kalacaklardır.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Kesinlikle en büyük gerçek, mutlak olarak var olan Allah hakikatini idrak etmektir. En büyük örtü ise onu örtmektir. İşte bunu örtmeye küfür hali denilmiştir. Örtene de kâfir denilmiştir.

Bu örtme işini genelde biz, kendi varlığımızı ve kuvvetimizi Allah’ın kudretinden ayrı sanıp gücümüzün tümüyle kendimize ait olduğunu zannederek yapıyoruz. Böylece en büyük hakikat olan Allah ile kaim olduğumuz gerçeğini zihnimizde örtmüş oluyoruz. Oysaki buna en büyük delil gene de kendi varlığımızdır.

İşte küfür edip asıl hakikatini örterek ve mevcudiyetine delil olan kendi varlığının Allah’la kaim olduğu gerçeğini yalanlayanlar, işte onlar ateşin arkadaşlarıdır, hem de onlar ateşin içinde ebedi kalacaklardır.

Bu ayette Allah, rabbine küfredenler ve yalanlayanlardan bahseder. Bakın ve dikkat edin. Özünde var olan Allah’ın sonsuz ve sınırsız manalarını gizleyen ve kendisinin sanan, hem özünde var olan Allah kuvvet ve kudretini inkâr eden öylece yalanlayan kişi dahi, aslında Allah’ın ayetlerini yok sayamaz.

Çünkü akıl ve mantık var, bir güç ve kuvvet var ortada. Aklını yitirip deli olanların dışında olan her kişi bunu görür. İnsanların genelinde inat olduğu için kendi yolunu en essah görür.

Bu essah görmesi sayesinde, karşı karşıya kaldığı güç ve kuvveti sanal benliğine mal eder. Allah’a ait olduğunu görmezlikten gelir ve yalanlar. İşte böyle kişilere ateş ehlidir diyor ayet. Hem de ebedi olarak orada kalıcıdırlar diyor yüce rabbimiz.

Kişinin cehennemden azat olmasının birinci şartı, “La ilâhe illa Allah” gerçeğine iman etmesi ve Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin tanıttığı şekilde Allah’a lika yani yakınlık elde etmek için gerekli çalışmayı yapmaktan geçer. Gayrı bir yol bizi melekût âlemiyle tanış yapmadığı gibi hak ile de yoldaş yapmaz.
BAKARA SURESİ 40. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
يَا بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِيَ الَّت۪ٓي اَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَاَوْفُوا بِعَهْد۪ٓي اُو۫فِ بِعَهْدِكُمْ وَاِيَّايَ فَارْهَبُونِ

AYETİN OKUNUŞU:
Yâ benî isrâ-île-żkurû ni’metiye-lletî en’amtu ‘aleykum veevfû bi’ahdî ûfi bi’ahdikum ve-iyyâye ferhebûn(i)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Ey isra-il çocukları; zikredin o nimeti ki, onunla nimetimi üzerinize indirdim. Ahdime vefa gösterin ki, ben de size verdiğim sözü tutayım. Ve yalnızca benden çekinerek korkun.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Allah Kur’an ayetlerinde ey insanlar, ey iman edenler, ey kâfirler, ey İsra-il oğulları gibi hitap cümleleriyle yarattığı insanlara ayrı ayrı özellik ve sıfatlarıyla hitap eder. Öylece söylenen sözlere kulak kabartmasını ister. Ve ayete bakıyoruz ki, ey İsra-il oğulları diye başlıyor.

Olayı bilmeyenler de Yahudilere gelmiş bir ayet zannederler. Ey İsra-il oğulları diye başlayan ayetlerde, kişinin üzerlerindeki nimetlerin hatırlatılması istenilir. Şimdi buradaki olaya başka pencereden bakalım.

İsra-il oğulları tabirini açtığımızda, isra gece yol giden kişiye, il ise Allah’ın ulûhiyetine işaret eder. İsra miraç gecesini hatırlayın. Ayette Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin gece Mekke’den Kudüs’e gidişi için bu kelimeyi kullanıyor.

İşte diyor ki, ey o kimseler ki, karanlık bir ortam olan bedensel yaşam içinde bocalayan, ama gözünü Allah’a dikmek isteyip gereği gibi kulluk yapmak isteyen ve yönelişini bu yöne çeviren kişinin çocukları. İlk isra-il olan kişi de Âdem babamızdır. Ağaçtan yeyip dünyaya inince, kendisini karanlıkta buldu ve Allah’a yol aradı.

İşte ey isra-il oğulları diye başlayan her ayet tüm insanlığa hitaptır. Çünkü her insan bir bilinmezlik içinde ileriye doğru yürüyüp gitmek ister. Hep ileriye gidiş her insanın bilinçaltına işlenen değişmez bir tasadır. Bu tasa uğruna gece gündüz uğraşır ama olayı bilmediği için de, çoğu defa bu bilinmez yolculuğu bedensel bir yaşama doğru işler durur.

Dünyevi tatminsizlik başlar ve ne gelse biraz daha gelsin der. Ki asla sonu gelmeyecek tatminsizlik kişiyi strese ve sıkıntıya sokarak hayatını cehennem eder. İşte bu stres ve sıkıntı en büyük karanlık olarak insanı sarar. Ne yapacağını bilmez olur. İşte Allah bu ayette der ki, üzerinizde olan nimetimi hatırlayın ve sizin âlemlerden üstün olduğunuzu bilin…

Şimdi az düşünelim; eğer klasik tabirle bu ayeti Yahudilere verirsek ki, yeryüzünde İsrail diye bilinen Yahudi devletindeki kişilerde zaten bunu isterler. Zaten onlar derler ki bizler tüm insanlardan üstünüz ve tüm dünya bize köle olacak diyorlar.

Eğer ayeti Hz. Musa aleysisselam zamanında olan insanlara hasredersek, onun birçok yol arkadaşı dahi biraz yalnız kaldığında, hemen dışsallığa yönelik çalışıp buzağıyı bile tanrı edindi. Hem eğer o zamanı anlatıyor ise, Kuran hikâye kitabı olmadığı için bize ne onlardan, yaşayan bir kavim idi ve göçüp gitti.

Eğer ki, velev Hz. Musa aleyhisselam kavmine mal edersek, o zaman şu çıkıyor ortaya, hani Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin ümmeti en hayırlı ümmetti? Demek ki burada yanlış anlaşılan bir mevzu vardır ki, kapalı bırakılmıştır.

Şimdi toparlarsak şöyle bir hitap duyarız, “ey ulûhiyete yönelip şirkten arınan ve gece gece karanlıkta yol yürüyen kişinin çocukları”. İşte bizde bu bilinmezlikte yürürken Allah’ın nimetlerini hatırlayalım ve tefekkür ile menzilimize varalım. Ve tefekkür için yönelişe geçiyoruz. Örneğin; ey isra-il çocukları diye hitabın üzerinde az tefekkür yolu açtık. Onun için kesin olarak bilelim ki, Yahudiler seçkin kavim değillerdir. Seçkin kavim diye bir şey yoktur. Çünkü İslam ferde hitap eder.

Herhangi bir kavmin ölüm ötesi varlığı yoktur. Ferdin ise ölüm ötesi varlığı vardır. Bir ayette en iyiniz en iyi takva ehli olanınızdır der. Kur’an ayetleri birbirleriyle çakışamaz. Bir yerde çakışma hisseden kişinin bu hissi, kişinin konuya tam vakıf olamamasından kaynaklanıyordur.

Kur’anda insanlığa hangi isimle hitap edilirse edilsin, her hitap birebir bizedir. Çünkü tüm âdem çocukları olarak hangi insanda hangi özellik ve düşünce varsa, aynı özellik ve düşünce bizde de gizlidir. İşte yapılan hitaplarla bizde gömülü olan düşünce makamına bir vuruş yapıyor ve okunan ayet içeriği ile diyor ki, burada zikredilecek düşünceyi kendinizde isterseniz faal veya istersiniz de faal etmeyin.

Örneğin ayetin başında ey isra-il çocukları demişse, demek ki o bahsedilen özellik içerikleri ile dikkatimizi bizdeki saklı olan o içeriğe çekmiştir.

İşte bu ayetin içeriğinde verilen bir sözden bahsediyor. O söz ise bizim yapımızı oluşturan etken içeriğimizdir. İşte onun için rabbimiz der ki, üzerinizdeki nimetlerimi hatırlayın, varoluş hamurunuzu tefekkür edin, benimle aranızdaki münasebeti anlayın. Onun için de Allah’ın üzerimizdeki nimetlerini düşündükçe, üzerimize akan lütuflerinde derinleşiriz. Tefekkürden uzaklaştıkça ayetin tanımıyla davarlar gibi oluruz. İnsan tefekkür üzere var edilmiştir.

Düşün kardeşim, düşündükçe, derinine dalarsın. Sakın ha düşünme diyenlere tebessüm edip yolunuza devam edin. İlkokul birinci sınıfa başlayan çocuk, çirkin veya yanlış yazdı diye öğretmen onu dövse ve yazma derse, çocuk öğrenir mi?

Hatta ki tümüyle yanlış yazan öğrencisine de yıldız atar ki keyfi yerine gelip daha çok yazsın diye. İşte bizde öyleyiz, tefekkür edeceğiz kardeşim. İsabet etmezse bir sevap, isabet ederse iki sevap kazanırız. Ve rabbimiz diyor ki, siz ahdime vefa gösterin bende size verdiğim ahde vefa göstereyim.

Bakın aziz kardeşlerim, her şey bizde başlar. Biz yaparsak rabbimiz verir, ama yapmazsak nal toplarız. Ve rabbimiz devamla diyor ki “Ferhebun”, yani sadece benden çekinin, burada sadece korku manasını almak hata doğurur.

Çekinme kavramı ise, zaten içinde korku anlamını da içerir. Burada “iyyaye ferhebun”, yani sadece benden çekinerek korkun anlamını vermek zorundayız ki, ayetin deruni anlamını hissedelim.

NOT: Hz. Yakub aleyhisselamın soyu, Hz. İshak aleyhisselam vasıtasıyla Hz. İbrahim aleyhisselama dayanmaktadır. O, Hz. İshak aleyhisselamın ve Hz. İshak aleyhisselam da Hz. İbrahim aleyhisselamın oğludur. Hz. Yakub aleyhisselamın diğer bir adı da İsrail’dir. Kardeşinden kaçarak dayısının yanına giderken gündüzleri saklanmış ve geceleri de yürümüştür. Bundan dolayı kendisine lakap olarak İsrail denmiştir. Kelime olarak İsrail geceleyin Allah’a yürüyen demektir. (et-Taberî, Tarih, Mısır 1326, I,162)
BAKARA SURESİ 41. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
وَاٰمِنُوا بِمَٓا اَنْزَلْتُ مُصَدِّقًا لِمَا مَعَكُمْ وَلَا تَكُونُٓوا اَوَّلَ كَافِرٍ بِه۪ۖ وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَات۪ي ثَمَنًا قَل۪يلًاۘ وَاِيَّايَ فَاتَّقُونِ

AYETİN OKUNUŞU:
Veâminû bimâ enzeltu musaddikan limâ me’akum velâ tekûnû avvele kâfirin bih(i)(s) velâ teşterû bi-âyâtî śemenen kalîlen ve-iyyâye fettekûn(i)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Ve size nazil olup sizinle beraber olanı tasdik edici olana iman edin. Size sunulduğu gibi içeriğini bilmeden, evvel işiniz onun inkârı olmasın. Benim ayetlerimi küçük bir paha karşılığında satmayın. Ve yalnızca bana karşı takva ehli olun.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Bu ayet de önceki ayetin devamı olarak rabbimiz bize hitap ediyor ve öncellikle iman edin diye başlıyor. Demek ki iman edip etmemek bize verilen bir salahiyettir. İstersek iman edip gereği eylemleri yapacağız, istersek de nefsi emaremize ağır geldiği için her şeyi boş vereceğiz.

Hiç düşünmeyiz ki, bizde var edilen ilim, irade ve kudreti hem sayısız isim ve sıfatı. Bu kuvveler illa ki bir yöne doğru kullanılacaklardır. Bizim için zor olan demek ki bizi arındırıyor ki işlenmesi bize zor geliyor. Nefsi emaremize her zor geleni işlediğimizde, bize yeni kapıların açılacağını bilmemiz gerekir. Öylece samimiyet ve istikrarla amelde ram olmamız gerekir.

Biz gözümüzü et kemik bedende açtığımız için, bilincimiz kendisini et kemik beden sandı. Bilincimiz et kemik bedenin rengine büründü. Bedenin isteklerini ve zevklerini esas sandı. Ye dedi yedi, iç dedi içti, uyu dedi uyudu. Ve bu uğurda daha çok zevklenmek için her türlü yola başvurdu.

Bunun zıttı olan şeyler, bilinci arındırdığı için nefse zor geldi. Kişi et kemik bedenin zevklerinden sıyrıldığında ise, bu defa zevkin yönü değişir. İşte rabbimiz diyor ki; sizle olan şeyi tasdik eden “mâ” yani “içerik” indiğinde, o “mâ” yani “içerik” şu ki; o da “Allah’ın değişmez kelamı”. Allah’ın değişmez kelamı dedik ama Allah istediğinde istediği kuralını günceller.

On sahife adı altında küçük kitaplar Hz. Âdem’e indi. Çünkü insanlık geliştikçe, Allah hükmünü güncelledi. İki insan varsa ayrı kurallar, binlerce kişi varsa apayrı kurallar. Onun için Allah der ki; biz bir ayeti nesih yani hükümsüz ettiğimizde, ya onun gibi ya da daha güzelini getiririz.

Allah’ın değişmez düzeni deriz, ama Allah istediğinde istediği şeyi değiştirir ve yaptığı değişimi de peygamberleri ile bildirir. Son peygamber Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz olduğu için de, artık yeni bir değişim olmayacaktır. Ve Allah mührünü Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz ile basmıştır. Onun için de Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz hatmunnebi olmuştur.

Örneğin deriz ki ölen artık dirilmez bu dünyada. Ama Hz. İsa aleyhisselam ölüleri diriltti. İleri ayetlerde okuyacağımız gibi, bazı rivayetlere göre inek eti bir maktule vuruluyor ve maktul diriliyor ve kendisini öldüren kişiyi söylüyor.

İşte Allah istediğinde istediği şeyi değiştirir. Aslında değişme kuvvesi insan da mevcuttur. İnsan yaptığı dua ile istediği zaman yönelir. Allah kulunun isteği doğrultusunda değişiklik yapar. Bu değişiklik ferdi alan olup genel perspektifte tüm düzenle alakalı olamaz. Çünkü mutlak düzen mühürlenmiş ve artık kıyameti beklemektedir.

Ve Allah der ki; size sunulduğu gibi içeriğini bilmeden, evvel işiniz onun inkârı olmasın. İnsanda inat güdüsü baskın olduğundan, ona bir ilim sunulduğunda, eğer daha önce edindiği bilgilere uymuyorsa, kendi bilgisini sorgulamak veya sunulanı araştırıp olayın hakikatine vakıf olmak yerine, hızlıca reddeder. İnsanda var olan bu melekeye Allah dikkat çekerek, sunulan ayetleri tezekkür etmemizi istiyor.

Ayrıca ayetin bu kısmını şöyle de değerlendirebiliriz. İlk inkâr edenlerden olmayın olayını kendimize dönük yorumladığımızda karşımıza şu çıkar. Her an ezeldir, her an ebettir ve bizim için her an yeni bir şandadır. Her anın oluşumu ayrıdır ve madem her anın oluşumu yenidir, o zaman özüne bak ve sana nazil olan kitaba bak ve içine girdiğin anı imansız geçirme.

Aslında iman öyle bir defa söylenip unutulacak şey değildir. Her girdiğimiz an yeni an olduğu için, anlık durumumuzu kontrol altında tutmamız gerekir. Her nefesimizi Allah ile vermek için uyanık olmamız gerekir. Yoksa bir bakarız ki, et kemik bedenin isteği doğrultusunda kaymışız da farkında olmamışız.

Ve ayette der ki, Allah’ın ayetlerini ucuz bir pahaya satmayın, yani özünüzün hakikatini haykıran ayetleri idrak edin. İman ile yaşayın her anınız da uyanık olun ve dünyevi değerler peşinde koşup Allah’ın ayetlerini görmemezlikten gelmeyin. Rabbimiz, artık korunun diyerek ayeti tamamlıyor. Allah bizim idrakimizi genişletsin temennisiyle bu ayete de son verelim.
BAKARA SURESİ 42. AYET

AYETİN ORJİNALİ:
وَلَا تَلْبِسُوا الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُوا الْحَقَّ وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ

AYETİN OKUNUŞU:
Velâ telbisu-lhakka bilbâtili vetektumu-lhakka veentum ta’lemûn(e)

AYETE ÖZ BAKIŞ:
Mutlak olarak hak olanı batılla hemhal olarak örtmeyin, öylece mutlak olarak hak olanı örtbas etmeyin. Sizde hakkı örtbas edip gizlediğinizi zaten biliyorsunuz.

AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Her ayet yeni bir candır bize. Şimdi dikkat edin ayete, libas etmeyin der. Küfür sözcüğünün örtmek anlamına geldiğini izah eylemiştik. Kâfir aslında yok saymaz örter, hak örtüldüğünde batıl ortaya çıkar. Aslında hak ve batıl diye iki zıt yoktur.

Nasıl ki ışık ve karanlık aslında iki zıt şey olmayıp, ışığın bittiği yere karanlık deriz. İşte bu da öyle… Zaten Karanlık derece derecedir. Az karanlık, çok karanlık, alaca karanlık gibi… Eğer ki aydınlık ve karanlık zıt olsaydı, ya aydınlık veya karanlık olurdu. Karanlık yavaş yavaş iniyorsa, zıt olamaz.

Hak ile batılda da öyle, zıtlık yok. Hak örtüldükçe kişideki hak ışıltıları kaybolur. Derken tüm örtüler inince orada hak tezahürü çok zayıf kalıp örtüler arkasında kaldığından, işte hakkı yansıtmayan o şuura batıl denilmiştir. İşte rabbimiz der ki; hakkı batıl ile örtmeyin.

Birde dikkat edersek, B-il batili başında B harfi vardır. Yani kendinizin yaşam tarzı olan hakkı terk ettikçe, otomatik olarak hak sizde örtülür ve batıl yani sonsuz yaşamda sizin için değeri olmayacak şeyler sizin için hayat tarzı olur. Yaşamımız et kemik bedenin menfaati doğrultusunda şekil alır. Sonra da hakkı ketim etmeyin yani örtüp geri plana atmayın diyor.

Hakkı ketim ettiğinizi zaten biliyorsunuz diyerek bu ayeti de bitiriyor. Yani kişi istediği kadar hakkı batılla büründürerek ketim edip gizlesin, kendisi bunun farkındadır. İnada büründüğü için de kendi yaşamını karanlıkta bırakır.

Bilinç istediği kadar perdelenmiş olsun ve kişi istediği kadar inkârcı olsun, kişinin öz bilinçaltında haksız olduğu şuuru yatar ve kişi bunun bilincindedir. Yani o şuur kişinin ruhunu hiçbir zaman terk etmez. İnat, insanın hakikati görmesine en büyük engeldir.

Onun için de insanın en büyük düşmanı, kalbi hastalık olarak içinde adeta canavarlaşan meleke, inat hastalığıdır. İşte insan, içindeki bu saklı canavar olan inat melekesi yüzünden, çoğu defa bile bile özündeki manayı ve hakikati bir türlü kabullenmez.

İşte tüm inadına rağmen uçurumun ucunda bir iteleseniz Allah der… İşte o anda perde ardındaki kısık ses tüm inadı deler geçer. Ama dar anındaki imanı ise, Allah kabul etmez. Firavun bile o anda Allah demişti ama işe yaramamıştı.

İşte aziz kardeşim bizler geniş zamanımızda Allah diyeceğiz ki, dar zamanımızda Allah ey kulum desin.

Yorum yapın